Page 1 of 1

[Geçmiş] Çürümüş Bir Ruhun Tazelenişi

Posted: March 22nd, 2025, 8:20 pm
by Yamato Kazuya
Off Topic
Bölüm 1: İlk Doğum Günü
Görevden döneli iki gün olmuştu ama yorgunluğunu henüz atamamıştım. Yine de yetimhanedeki yatağımda çürümektense boş bir alanda kılıcımı biraz sağa sola savurup antrenman yapmayı tercih etmiş, kendimi biraz olsun iyi hissetmek istemiştim. Kılıcımı çekip düşmana hamle yaparken aynı zamanda ayaklarımı koordine ederek tüm vücudumu aynı anda uyumlu, akış içerisinde hareket ettirmeye çalışıyordum. Bu stili çalışırken başka bir şey düşünmeye beyin hücrelerim yetmiyordu. Oldukça yüksek bir odaklanma gerekiyor, bu da çok fazla enerji yakmamı sağlıyordu. Belki de bu yüzden hoşuma gitmiş ve Iaido'yu kendime yakın görmüştüm. Olabildiğince az hedef, mutlak odak.

Hayatımın bana şimdiye kadar sunmuş olduğu pek seçenek bulunmuyordu. Uzun vadeli planlar veya hayaller hiçbir zaman inandırıcı gelmemişti. Yalnızca bir sonraki adımımı görmeye çalışıyor, o adımı olabildiğince sağlam ve isteklerim doğrultusunda atıyordum. Şimdiye kadar bu şekilde hayatta kalabilmiş, akademiye tek başıma girip birçok arkadaşımla birlikte mezun olabilmiştim. Başarısız olduğum konu da olmamıştı. İyi gidiyordum.

Kendi yaşadığım gidişatı başkalarının da yaşamamasını sağlayabilmek için bu cehennem çukurunu bereketli topraklara çevirmeliydim. Ancak bunun için çok güçlü olmalıydım. O kadar güçlü olmalıydım ki söylediğim söze karşılık vermeye kimsenin cesareti yetmesin. Tanrı gibi görülen efsanevi shinobiler vardı hani, işte onlar gibi olmalıydım. Bu yüzden çok çalışıyordum, gidebildiğim her göreve gidiyordum, arkadaşlarımdan ve öğretmenlerimden fikirler ediniyordum. Görevlerimden arda kalan her an antrenman, ona yetecek güç ve enerjiyi bulamıyorsam nasıl güçleneceğim üzerine düşüncelerle geçiyordu.

Kollarımda derman kalmamasına yalnızca birkaç savuruş kala omzumda hissettiğim el, kendimi ileriye atıp geri dönerek hızlıca yeniden gard pozisyonu almama sebep olmuştu. Derin bir nefes aldım. "Ka-zu-ya." Ses tanıdıktı, pozisyonumu bozmadan kafamı kaldırdım. Karşımda duran Hikari-sensei'ydi. Aldığım nefesi rahatlayarak geri verirken kasılmış olan vücudumu ellerimden başlayıp ayaklarıma kadar sırayla gevşettim. İstemeden gülümsedim. "Hikari-sensei, kusura bakmayın fazla odaklanmışım." O da gülümsedi. "Antrenmanının sonuna gelmiş gibisin." Yorgunluğum dışarıdan belli oluyorsa eğer sensei haklıydı. Duruşumu rahatlattım ve nefes alış verişimi yeniden regüle etmeye başladım. "Evet, bugünlük yeterli olmalı." Hikari-sensei birkaç adımla bana yaklaştıktan sonra elini yeniden omzuma koydu. Bu hareketi niye yapıyor anlamıyordum ama habersiz yapmadığı sürece rahatsız edici olmuyordu. Yine de birinin bana dokunmasına alışık değildim, garip geliyordu. Ben omzumdaki elini silkmekle silkmemek arasında düşünürken hocamın bana diğer eliyle bir şey gösterdiğini fark ettim. Kafamı omzumdaki elden çevirip baktığımda bunun küçük bir pasta olduğunu gördüm. Ne yapacaktık şimdi pastayı, benim için miydi bu?

Ben duruma anlam veremeyişimin içinde kaybolurken Hikari-sensei omzumdan elini çekip ceketinin cebinden bir tane mum çıkardı ve elindeki pastanın üzerine dikti. "Yetimhanede büyüyen çocukların çoğunun doğum günü belli değildir." Ardından mum pastaya diktiği eliyle küçük bir ninjutsu hareketi yaptı ve mumu yaktı."Seninkini de soruşturduk ama bulamadık." Ardından pastayı bana doğru uzattı. "En büyük isteğin neyse onu dile ve mumu üfle." Ne anlamı vardı bunun şimdi, saçmalık. Ancak senseinin nezaketini geri çevirmek istemiyordum. Aklım çok karışmıştı dilek ksımını unutup mumu hızlıca üfledim. İlk seferinde sönmedi, biraz daha kontrollü davranıp ikinci seferde söndürebildim. "Kusura bakma bütçem bu sene ufak bir pastaya yetti. Hepsini ye, seneye bütün takım kutlar pastanı da hep birlikte yeriz." Niye özür diliyordu ki bu kadın şimdi benden? Aklımdan hiçbir şey geçiremiyordum. Ne diyeceğimi de bilmiyordum. "Teşekkür ederim sensei." diyip küçük pastayı üç ısırıkta bitirdim. Son lokması ağzımdayken anlayamadığım bir şekilde içimi mutluluk kaplamıştı. Demek doğum günü böyle bir şeydi.

Hikari-sensei'nin garip sürprizinin ardından ağzımın etrafında pastanın artıkları ve içimde daha önce hissetmediğim bir mutluluk hissiyle yetimhaneye dönüyordum. İnsanlar onca gereksiz gördüğüm şeyi bu his için mi yapıyordu şimdi? Çok ilginç gelmişti. Başkasının beni düşünüp kendince böyle bir hareket yapması. Ne kadar mutlu olduğumu bile söyleyememiştim. Kendisini bir sonraki görüşümde hissettiklerimi anlatmalıydım. Gece yatağa girdiğimde gözlerimden akan yaşlar da dahil olacak şekilde...

Re: [Geçmiş] Çürümüş Bir Ruhun Tazelenişi

Posted: March 23rd, 2025, 7:30 pm
by Yamato Kazuya
Off Topic
Bölüm 2: Yoldaşlık
Havanın yavaşça ısınması, güneşin yüzüme vuruşu ve dışarıdaki birkaç hayvanın sesiyle uyanıp, kimseyi uyandırmamak için parmak uçlarımın üzerinde lavaboya kadar yürüdüm. Uykulu gözlerle ihtiyacımı giderip dişlerimi fırçaladıktan sonra koşu için kıyafetlerimi giyip dışarı çıktım. Koşu alanı olarak belirlediğim, bir süredir koşularıma devam ettiğim boş bir uzun ince yol alan vardı. Mesafesini tam bilmesem de iki tur gidip gelmekle kendimi istediğim ölçüde yorabiliyordum.

Sabah koşumu bitirmiş, yetimhaneye geri dönerken yolumu tanıdık bir yüz tarafından kesilmişti. Artık alışmıştım. Köy içerisinde hep böyle şeyler yaparak karşıma çıkmaya başlamıştı Hikari-sensei. "Akşam takım olarak çay içmeye gidiyoruz, sen de geliyorsun, itiraz yok." Cümlelerinin arasına dalıp teklifi reddetmeye çalışsam da sensei çok büyük özgüvenle konuşmuş, çıkarttığım sesler mırıldanma olarak kalmıştı. Olmaz demek için kullanabileceğim tüm kapıları da son kelimeleriyle kapatmıştı. Tam yeniden itiraz edecektim ki ortadan kaybolup bu hakkımı da elimden almıştı. Neden böyle bir şey yapıyorduk ki şimdi? Günlük düzenimi bozmam gerekecekti. Hep birlikte çay içmekmiş, saçma sapan vakit kaybı işler...

Günün kalan saatleri rutin geçirmiştim. Vakit akşama yaklaşmıştı. Yetimhanede yemek yedim, duş aldım, üstümü değiştirdim, ekipmanlarımı sorumlumuz olan Arata-san'a teslim ettim. Kendisini durumdan haberdar ettim, saat kaçta döneceğimi bilmiyordum ama sensei ile olacağımı bildiği için fazla sorgulamadı. Tüm bunların ardından unuttuğum bir şeyler var mı diye birkaç kez kontrol ettim. Kapıdan çıkarken bir kez daha; cüzdanım yanımdaydı. Hava soğuk olursa diye ekstra bir parça kıyafet de almıştım. Bunca işe ne gerek vardı gerçekten. Yatağıma uzanıp uykum geldiğinde gözlerimi kapatabilirdim. Hikari-sensei resmen başıma iş açmıştı.

Takımla buluşup bir çay evinin minder kaplı salonuna oturmuş, son görevin kritiğini yaptığımız sırada Hikari-sensei bizim yaptığımız yanlışları birden ülkedeki iç karışıklıklara getirmişti. Binlerce insanın ölümü, yaralanışı, sakat kalışı, üzülmesi, benim gibi piç kalması gibi durumların gerçekleşmek zorunda olmadığını söylediği anda gözlerim sonuna kadar açılmıştı. Bu konu geçişini aşırı yumuşak şekilde yaptığı için epey kafa karışıklığı yaşamış olsam da konuşulan konuya ilgim artmıştı. Her cümlesinde kafamı sallıyor ve paragraf aralarında sesli şekilde söylediklerini onaylıyordum. Gerçekten benim de sürekli aklımda olup da neden ve çözümlerini keşfedemediğim şeyleri takır takır dökmüştü. Ancak sözlerinin finalinde konuyu benim bulduğum çözümle zıt bağlamıştı: "İşte çocuklar, bu yüzden aradığımız cevap güçlenmek değil." Tam itiraz edecektim, elimi kaldırıp ağzımı açtım ki sensei elimi indirip diğer elinin avuç içini bana göstererek 'dur' işareti yaptı. "Birlikte güçlenmek, dostluklar kurmak, arkadaşlarımızdan güç almak. Çünkü tek başına bir kişi ne kadar güçlü olursa olsun; yapacağı her değişiklik kendinden sonra eski haline dönecektir. Köklü ve kalıcı değişiklikler için bu tarz büyük hareketleri, aynı maneviyatı taşıyan bir grup olarak yapmak zorundayız." Hazırda beklettiğim tüm protest söz ve vücut hareketlerimi eklediği sözlerle eritmiş, bana söylenecek tek bir söz bırakmıştı. Kafamı öne eğdim ve gülümseyerek hocamın sözlerini son kez onayladım. "Evet." Farklı yollardan geçip benzer düşüncelere sahip olmanın rahatlatıcı hissiyle tanışmıştım. Belki de hayatım boyunca ilk kez gelecekten umut duymaya başlamıştım.

Senseinin son cümlelerine kadar arkadaşlığın bu kadar önemli olduğunu düşünmüyordum. Kendim yeterince güçlenirsem yeterince insanın beni takip edeceği fikrindeydim. Ancak senseinin akılcılaştırması benim argümanlarımı değersiz kılıyordu. Fikrim keskin şekilde değişmişti. Konuştuklarımız, içimde insanlara olumlu bakmamı sağlayan bir şeyler uyandırmıştı.

Ne yapılması, neyin nasıl olması gerektiği konusunda net olmasak da ortalama kararlarımız vardı. Temelinde herkesin rahatça yaşayabileceği bir ortam yaratmaya giden bir takım yenilikler, hepimiz için nihai amaçlardı. Ancak nasıl yapılacağı, karşımıza ne engeller çıkacağı konusunda kimsenin fikri yoktu. O konuları kazmaya başlamamız için politik durumlar hakkında daha çok bilgiye sahip olmamız gerekiyordu. Bu da plan kurup harekete geçebilmek için çok büyük bir engeldi, dolayısıyla, yapabileceğimiz iki şey vardı: Toplanmak ve güçlenmek.

Çay evinden ayrıldıktan sonra bir süre aynı yöne yürüyüp öyle dağılacaktık. Ortak yolumuz boyunca senseinin anlattığı değişikliklerin ne kadar zor olduğunu tartışmıştık. Ancak benim içimde bir ışık yanmıştı. Konuştuklarımız negatif yönde de olsa bunları nihayet birileriyle konuşabiliyor olmak çok iyi hissettiriyordu. Ayrıca sensei, kendisine katılmadığım tek bir söz etmemişti. Fikirleri muhteşemdi. Yol ayrımına geldiğimizde herkes kendi yoluna dönecekti. Tek tek selamlaştık. Ayrılmak üzereydik ki Hikari-sensei yeniden lafa girdi: "Çocuklar, şunu asla unutmayın..." ve tartıştığımız her şeyi zihnimde mantıklı bir düzleme sokan o cümleyle geceyi sonlandırmıştı: "En uzun yolculuklar bile tek bir adımla başlar."

Re: [Geçmiş] Çürümüş Bir Ruhun Tazelenişi

Posted: March 24th, 2025, 12:02 am
by Yamato Kazuya
Off Topic
Bölüm 3: Vahşet
Tarafların savaşmaya gücü kalmamış, sayılar azalmış, cephanesi tükenmişti. Ben de çok yorulmuştum. Hayatımın normali şiddetin içerisinde büyümüş olmaktan gelse de savaşmak çok farklı bir psikoloji gerektiriyordu. Rütbem düşük olduğu için daha masum görevlere yönlendiriliyordum. Ancak yine de savaşın içinde kendimizi kollayabilecek tecrübeye sahip olmadan buraya gönderilmiştik. Bu ülkede yanlış olan çok fazla şey vardı. En büyük yanlışın mazlumu ben ve arkadaşlarım olmuştuk. Daha büyüme çağını bitirmeden savaşarak hayatını kaybeden arkadaşlarım vardı. Bizi bu hale getirenin durumun sebebini bilmiyordum ama bundan tiksiniyordum.

Bu sefer herkes kendi takımıyla birlikte görevlendirilmişti. Tanıyıp güvendiğim yoldaşlarımla aynı görevde olmak biraz olsun içimi rahatlatmıştı. Sırtımı yaslayabileceğimi bildiğim insanlarla hayatımı tehlikeye atmak en azından biraz daha kolaydı. Herkesin bitkinliği, sohbet etme isteklerinin var olmayışından anlaşılıyordu. Hikari-sensei bile bir şeyler anlatmıyordu, sosyal toplanmalar düzenlemiyordu. Hepimiz bu karanlık dönemde neşemizi kaybetmiştik. Bir daha görüşemeyeceğimiz arkadaşlarımızın haberleri arttıkça durum daha da ağırlaşıyordu. Savaşı kaybetmek bizi belki daha ağır bir sonuçla karşılaştıracak olsa da kazanmanın da pek bir anlamı kalmamıştı.

Görev günü geldiğinde takım olarak şafak vaktinde köyün çıkış noktalarından birinde buluştuk. Hikari-sensei bize görevle ilgili bilgileri verdi ve yola koyulduk. Öğlene doğru ikmal hattındaki bir cephanelik kampına varmayı hedefliyorduk. Üç farklı cepheye gitmesi planlanan teslimatları inceleyip teftiş edecek, yola koyulduğundan emin olacaktık. Sonrasında arda kalan ekipmanları öngörülemeyen herhangi bir duruma karşı birkaç saat bekletip gün batımında köye doğru geri yola koyulacak ve fazla kalan ekipmanları geri getirecektik.

Güneş tepemize vurduğu vakitlerde hedefimiz olan kampa vardık. Kimlik doğrulamasından sonra nöbeti devralıp az da olsa dinlenecek vakit bulabildik. Ardından teslimatların rotalarını Hikari-sensei, ekipman çeşitleri ve adetlerini saymayı da Yuki, Daigo ve ben yapacağımız şeklinde görevi dağılımlarını yaptık. Eksikleri tamamladık, fazlalıkları ayıkladık. Rotalar da gözden geçirildiğinde arabaları yükleyip sürücülerle vedalaştık. Plan doğrultusunda bizim için geride bırakılan büyük arabayı yükleyip saatin gelmesini bekleyecektik. Her ihtimale karşı iki kişinin sürekli gözetleme ve devriye halinde kalmasına karar verdik. Daigo ve ikimiz arabayı yüklerken Yuki ve Hikari-sensei çevremizin güvenli olduğuna emin olacaktı.

Ekipmanları düzgünce ayırıp doğru kutulara ayıkladıktan sonra kutuları arabaya taşımaya başladık. Epey kutu vardı ama tekrar tekrar aynı şeyi yapmak dışında yapmamız gereken bir şey olmadığından işi hızlıca bitirmiştik. Son iki kutuyu birlikte taşıyıp arabadaki yerlerine koyduğumuzda Daigo ile birbirimize gülümseyip el sıkıştık. Saat, havadan anlayabildiğim kadarıyla akşamüstüne doğru gelmiş olmalıydı. Yalnızca birkaç saat sonra yola geri dönüş yoluna çıktığımızda biraz daha rahatlayacaktım.

Ben stresten arınma hayalleri içerisindeyken Yuki ve Hikari-sensei yanımızda belirdi. Uzun süredir bizi izleyen düşmanlar tespit ettiklerini söylediklerinde aniden tetikte olma moduna geçtim. Rahatlamayı biraz daha ertlemem gerekecekti sanırım. Tespit ettikleri düşman iki kişiydi. Normalde shinobi ekipleri üç veya dört kişiden oluşurdu. Daigo ile aynı anda ekibin kalanının da geleceğini düşündüğümüzü söylemiştik ama sensei çevrede başka biri olduğunu düşünmüyordu. Hikari-sensei'nin vereceği emirleri sorgulamaya vaktimiz yoktu. Ayrıca elimizdeki sürpriz fırsatı çok güçlü bir etkendi. Son durumda planımız şöyleydi: Sensei daha güçlü olduğunu düşündüğü düşman shinobiyi daha uzağa götürüp herhangi bir kombinasyon durumunu ortadan kaldırırken biz de üç kişi diğeriyle ilgilenecektik.

Kendilerinin farkında olduğumuzu belli etmeden düşmanların konumuna yaklaştık. Hikari-sensei'nin işaretiyle eş zamanlı bir saldırıda bulunduk. Kavgayı hızlıca bitirecek bir darbeyle bu işi kısa tutmaya çalışacaktım ama başarılı olamadım. Adamın omzunda sığ bir kesik açabilmiştim. Benden hızlıydı. Hemen karşı saldırıya geçti, kendimi koruyacak vaktim yoktu ama takım arkadaşlarım vardı. Yuki bir ninjutsu tekniğiyle adamla arama topraktan duvar örerek saldırısını savuşturmuştu. Daigo adamın üzerine atlayarak yumruk dövüşüne girmiş, benim derin vuruş yapmam için açık yaratmaya çalışıyordu. Düşmansa kolay açık vermiyor ve Daigo'yu dövüyordu. Bu düşmanın bizden yüksek bir seviyede olduğu belliydi. İki kez kılıcımı savurmak için fırsat bulduğumda önümde kalan Daigo olmuştu ve bu durumda vuruş yapamamıştım. İkinci seferinde benim bulamadığım fırsatı Yuki değerlendirmiş ve yerin altına girip adamı ayaklarından aşağı çekmişti. Bu sırada Daigo şaşkınlığını kullanıp alnını adamın alnına dayamıştı ve onu kısa süreli bir genjutsu etkisine sokmuştu. Sıra bendeydi, konum aldım ve adam Daigo'nun tekniğini bozamadan olabildiğince sert bir vuruşla sol ön kaburgasına doğru kılıcımı çekip kesebildiğim kadar derin kestim. Ben kılıcımı geri çekemeden adam kendisini şoklayıp ceketini üzerime fırlattı. Zırhlı flak ceketinin koruyucu derisini sonuna kadar kesmiştim, adamın derisine yine sadece küçük bir sıyrık atabilmiştim. Bizim taraftaysa Daigo, yere kırmızı kocaman topçuk şeklinde kanla karışık balgamını tükürmüştü. Bunu yaparak hala dövüşebilir durumda olduğunu ama yaralandığını bize bildirmişti.

Aynı taktiği kullanarak düşmana birkaç küçük kesik daha atabilmiştik ama Daigo fiziksel gücünün sınırlarını zorlamıştı. Dövüşecek durumu kalmadığı için bayılmaktansa geri çekilmesini ve bir ilk yardım setiyle kendisini toparlamasını söyledim. Karşı çıkacak gibi oldu ama Yuki de sert bir şekilde söylediklerimi tekrarlayınca alandan biraz uzağa gitti. Şimdi iş biraz daha zorlaşmıştı. Ama adamı dövmektense Daigo kendine gelene kadar oyalamak odaklı savaşabilirdim. Yuki ile düşmanın arasında durduğum sürece büyük hasarlar almamız olası değildi.

Düşman üzerime koşup yakınıma girmeye çalışıyordu. Ben de etkin menzilimi koruyarak kılıcımın tehdit içereceği durumda kalmayı, Yuki'nin saldırısına cevap verdiği anda yıkıcı vuruş yapmayı bekliyordum. Sek sek oynar gibi benimle karşılıklı şekilde bir o yana bir bu yana zıplayıp dururken bir yandan da Yuki'nin toprakla yarattığı mızraklardan kaçabiliyordu adam. Doğru pozisyon bulamadıkça sinirim bozulmuştu ve bir anlığına adamın Yuki ile arama girmesine izin vermiştim. Hiç vakit kaybetmeden hedef değiştirip arkadaşıma yönelmiş ve suratına güçlü bir yumruk vurarak Yuki'yi yere yapıştırmıştı adam. Yerdeki Yuki'ye bir kez daha vurmak üzereydi ve benim menzilim saldırmak için yeterli değildi. Benim dikkatsizliğim Yuki'nin sonu olmak üzereydi, bir şey yapmak zorundaydım. Zaman durmuş, düşüncelerim zihnimden ışık hızıyla geçiyordu. Panik halindeydim, arkadaşımı böyle bir duruma sokmamam gerekirdi. Nefesimi tuttum. Aklıma gelen tek fikri uyguladım: Ayaklarımın altında sıkıştırdığım havayı ani şekilde aşağı vererek düşmana doğru Tobikoshi no Jutsu ile fırlayacak ve bunu olabilecek en güçlü Iaido kesişiyle destekleyerek düşmanı Yuki'den uzaklaştıracaktım.

Kılıcıma bulaşan kanla birlikte nefesimi yavaşça dışarı vermeye başladım. Gözlerim sonuna kadar açılmıştı. Vurduğum darbe düşmanın göğsünden sığ başlayıp en derin noktası boynunda kalacak şekilde çenesine kadar yarmıştı. Kulaklarım sanki daha az ve yavaş duyuyor gibiydi. Suratıma kan fışkırıyordu. Anın şokuyla ağzım açık kalmıştı ama fışkıran kanlar ağzıma girmesin diye dudaklarımı birleştirirken biraz olsun hareket edebilir hale gelmiştim. Hemen Yuki'ye döndüm, baygın değildi. Kolayca hareket edebiliyordu. Kendisini yerden kaldırdı ama suratı kan içindeydi. Kendi kanı. Benimse suratımda bu adını bile bilmediğim adamın kanı vardı. Biraz sonra Daigo yanımıza geldi, sadece şaşkın şekilde etrafa bakıyordum. Konuşulanları anlayabiliyordum ama cevap verecek gücü kendimde bulamıyordum. Yuki'nin yaralarını da sardıktan sonra Hikari-sensei'yi aramaya gidecektik. Tam hareketlenmiştik ki sensei az uzakta belirmişti. Dövüştüğü adamı paketleyip sırtına atmış yanımıza getiriyordu.

Esirimizi iyice bağladıktan sonra onu da arabaya atıp üstümüzü başımızı biraz olsun temizledikten sonra dönüş yoluna koyulduk. Kaşlarım o andan beri hafif çatılmış durumdaydı. Söylenenlere cevap veremiyordum. Birkaç gün boyunca konuşabileceğimi sanmıyordum. Pek bir şey de düşünemiyordum. Mutsuz değildim, mutlu da değildim. Arafta kalmış, garip bir hale bürünmüştüm. Anlam vermeye çalışsam, onu da istemiyordum. Yolda birkaç kez de midem bulanmıştı. Kazasız köye varıp görevin raporunu verdikten sonra birkaç gün aynı hisle yaşamaya devam ettim. Zamanla kendime gelmiştim ama olanları düşünüp çözümleyene kadar zihnim berraklaşmamıştı.

Re: [Geçmiş] Çürümüş Bir Ruhun Tazelenişi

Posted: March 26th, 2025, 6:28 pm
by Yamato Kazuya
Off Topic
Bölüm 4: Yaşamın Değeri
İlk kez düşman bir shinobiyi öldürdüğüm görevin ardından birkaç gün boyunca düzgün beslenememiş, lavaboya çıkışlarımda hep sorun yaşamış ve hiçbir şey yapmak istememiştim. Vücudumda bulunan tüm sistemleri bozmaya yetecek kadar stresle yüklenmiştim. Birkaç günün ardından durumum yavaş yavaş geçiyor, zihnim açılıyor, en azından düşünmeye ve acıkmaya başlıyor gibi hissediyordum. Kendime yemek için hafif bir şeyler hazırlayıp bir masaya oturmuştum. Tabağımla uzun süre bakıştıktan sonra bir çatal alıp ağzıma attığım anda beynimin yeniden çalışmaya başladığını hissettim.

Eğer ben o adamı öldürmeseydim, o adam Yuki-chan'a daha büyük zarar verecekti. Öldürmeden engelleyebilir miydim? Belki. Ama bunu düşünebilecek vaktim yoktu ki. Ayrıca adam da bize öldürücü hasar vermekten çekinecek miydi sanki? Kendimi suçlu bulacaksam formasyonu bozup Yuki'nin ilk yediği yumruğun sebebi olmam dışında bir suçum yoktu. Bunu da sonrasında fazlasıyla telafi etmiştim. Zaten savaş alanında yaşananlar için böyle şeyleri düşünmeme gerek var mıydı ki?

Hazırladığım yemeğin yarısını yemek için bir saat boyunca her düşündüğüm cümle arasında bir çatal yemiştim. Yedikçe ve düşüncelerimi çözümledikçe kendimi daha iyi hissediyordum. Yine de aklımdaki hiçbir şeyi net ve özgüvenli şekilde sağlamaya alamamıştım. Fikirlerimin doğruluğuyla ilgili şüphelerim vardı. Hikari-sensei bu konuda bana yardımcı olmak ister miydi acaba? Yemeğim bitince kendisine danışsam belki rahatlamama yardımcı olabilirdi.

Madem kendimi suçlu hissetmem gereken bir şey yapmamıştım, neden vücudum böyle bi şok etkisine girmişti? Shinobi olarak alışık olmam gereken bir durum değil miydi birinin ölümü? Ama yaşadığım durum birinin ölümü sayılmazdı ki. Ben birini öldürmüştüm. Yoksa çocukluğumdan beri köyün bir ucundan öbürüne ettiğim sayısız göç sırasında zaten cesetler ve kopuk uzuvlar görmek alıştığım bir durum olmuştu. Birinin canına kast etmek korkunç duyuluyordu. Verdiği his de bir o kadar korkutucuydu. Soru işaretlerimden birini çözdükçe bir yenisi onu kovalıyor, aklımdaki karışıklığı gidermekte zorlanıyordum. Kıyafetlerimi değiştirip Hikari-sensei'nin yanına gitmem gerekiyordu. Bu işin içinden kendi başıma çıkamayacak gibiydim.

Köyün belirli bölgelerinde toplamda bir saat kadar gezdikten sonra hocamı bulmuştum. Amechou binasının önünde kişisel yürüyüş rotasındaydı. Beni görür görmez yanıma geldi, beni de yürüyüşüne dahil etti. Kısaca merhabalaştık ve hemen söze girmeye çalıştım. Ancak beni engelleyip önce o konuşmaya başlamıştı: "Birkaç gündür yaşadığın şeyin ismi 'travma sonrası stres' olarak adlandırılan, aslında 'şok geçirmek' olarak da özetlendirilebilecek bir durum. Merak etme bu çabuk geçer." Bunu kendi başıma da anlayabilmiş sayılıyrdım. Sorularım daha çok yaşamın değeri üzerineydi. "Sensei, savaş sırasında tereddütlü davranmak gerekir mi?" Sorduğum soru belki biraz aptalcaydı ama düşüncelerimi net şekilde aktarabileceğim kelimeleri doğru seçmiştim. Yüzüm hep yere bakıyordu, soruyu sorarken bile hocamın suratına bakmak istememiştim. "Net bir cevap arıyorsan, hayır. Ancak bu sorunun cevabını şöyle düşünmelisin: Savaş ortamında senin seçimlerinin, tereddütlerinin, düşüncelerinin etkisi şimdilik oldukça minimal. Bir düşmanla dövüşürken olabildiğince az şey düşünüp kazanmaya odaklanman gerekiyor. Sen farklı seçimler yapsan da düşmanın yüzde yüz ihtimalle, doksan dokuz değil, yüzde yüz ihtimalle aynı seçimi yapmayacak." Bakışlarımı gökyüzüne çevirdim. Zihnim, görüşüm, ruhum, bu aldığım cevapla netleşmişti. Kendime gelmiş gibiydim. Çok mantıklıydı, evet. O an odaklanmam gereken tek şey karşımdaki düşmanı alt etmekti. Bunun dışındaki hiçbir şeyin önemi yoktu. Üstelik bir de arkadaşımı kurtarmıştım. "Doğru olanı yaptın Kazuya, seninle gurur duyuyorum." Bu cümlesiyle suratıma birkaç günün ardından ilk defa bir gülümseme koymuştu. "Teşekkürler sensei. Buna çok ihtiyacım vardı." Hikari-sensei beni dipsiz depresif kuyuların dibinden alıp mutluluktan göklere çıkarmıştı. Bu noktada onun çok iyi değil, muhteşem bir insan olduğunu düşünmeye başlamıştım. Hayatımın sarsılmaz bir parçası olarak kalması için elimden geleni yapacaktım.

Re: [Geçmiş] Çürümüş Bir Ruhun Tazelenişi

Posted: March 27th, 2025, 10:26 pm
by Yamato Kazuya
Off Topic
Bölüm 5: Savaşın İkiyüzlülüğü
Bugün tam bir hafta olmuştu. İlk kez antrenman yapacaktım. Kendimde bu gücü bulamadığım uzun bir hafta olmuştu. Yine de kendimi kendime getiremiyordum. Antrenman alanına gidene kadar zorlamıştım bedenimi ama bir kayanın üzerine oturmuş olanları düşünüyordum. Bir haftadır o anı düşünüp yaşadığım hisleri tanımaya çalışıyordum. Arkadaşımı kaybetme korkusu, görevde başarısız olma endişesi, düşmanı alt etme isteği, üstüme aldığım sorumlulukları yerine getirememenin potansiyel hayal kırıklığı, hocamı ve arkadaşlarımı yüzüstü bırakmış olmanın getireceği pişmanlık. Tüm bunlar üst üste binmiş, arkadaşımı belki de bu duyguları hissetmeden sahip olmadığım güç, hız ve kıvrak zekayla kurtarmıştım. Ardından bir hafta boyunca hissettiklerim daha yoğundu. Çünkü can almadanki hislerim gerçekleşebilecek senaryolar üzerineyken can aldıktan sonraki hislerim tamamen yaşanmış bir durumdan kaynaklanıyordu. Kazanmış olmanın verdiği rahatlama hissi, yaptığımın doğruluğunu derecelendiremediğimden gelen boşluk, arkadaşımı tehlikeye atmış olduğum için sahip olduğum mahcubiyet, bir anda yeniden zihnimin merkezine yerleşen o karanlık ve depresif bunalım hali.

Antrenmanıma başlayabilmek için kendimle sözleşmem gerekmişti. Bugün kısa tutacak, kolay olduğunu hissettiğim hareketleri tekrar edecektim. Yarım saat tekrar yaptıktan sonra kendimi biraz daha iyi hissediyor, karmaşık duygularımı netleştiren sözleri hatırlayabiliyordum. Hocamın, arkadaşlarımın, köyün diğer shinobilerinin bana gurur ve dostlukla yaklaşmış olması yaptığımın doğruluğunu destekliyordu. Kendimi kötü hissetmem her gün daha da azalıyor, kendimi günden güne iyi hissediyordum.

Kılıcımı son kez savurup kınına sürdükten sonra bugünlük bu kadar eğitimin yeterli olduğunu düşünmüştüm. Hiç canım istememesine rağmen disiplini koruyup rutinimi tekrar edebilmiş olmak içimde bir parça daha mutluluğa sebep olmuştu. Güçlü hissediyordum. Yetimhanenin kapısına vardığımda Arata-san'ın beni kapıda beklediğini gördüm. Ufak bir parşömeni bana uzatıp antrenman yaptığım sırada tanımadığı bir shinobinin bana not bıraktığını söyledi. Parşömeni okuduğumda mümkün olan en kısa zamanda Amechou binasına gitmem gerektiği yazıyordu. Muhtemelen yeni bir görevlendirmeydi.

Karnım acıkmış ve üstüm ter içinde olsa da hızlı hızlı yürüyerek binaya varmıştım. Kapıdan itibaren denk geldiğim görevli kime sorduysam hiç kimse elimdeki not hakkında bir şey bilmiyordu. Durumu garipsemiş, kaşlarımı çatmıştım. Bilgisi olan birini aradım durdum. Yaklaşık yarım saat boyunca gördüğüm herkesi rahatsız ettikten sonra biri bana bildiri panosunu işaret ederek belki bunlarla ilgili olabileceğini söylemişti. Panodaki kağıtlardan ismimin yazılı olduğunu gözlerim hemen yakalamıştı. Benimkiyle birlikte tanıdık birkaç isim daha vardı. Gözlerimi biraz daha yukarı kaydırıp açıklamayı okuduğumda gözlerime inanamamıştım. Görevlerimdeki başarımdan dolayı rütbe atlatılmıştım. Gözlerim dolmakla birlikte karmaşık hislere bürünmüştüm.

Ne kadar başarılı olduğumu ne kadar can aldığım değil, ne kadar can kurtardığım belirlemeliydi. Belki de zaten öyleydi. Sistemlerin nasıl çalıştığına dair net bilgim yoktu. Sahip olduğum bilgi, benim o savaşta hiç görevlendirilmemiş olmam gerektiğiydi. Görevlendirilmemiş olsam daha çok kişinin zarar görmüş olabileceği de bir ihtimaldi. Çok fazla bilinmeyenli bir denklemi çözmeye çalışıyordum. Hikari-sensei'nin dediği gibi, fikirlerimin önemli olması için daha çok tecrübe, arkadaş, bilgi ve güce ihtiyacım vardı. Şimdilik tek bildiğim artık gücü tescillenmiş bir shinobi olarak büyük hedeflerime bir adım daha yakın olduğumdu.

Re: [Geçmiş] Çürümüş Bir Ruhun Tazelenişi

Posted: March 28th, 2025, 11:09 pm
by Yamato Kazuya
Off Topic
Bölüm 6: Son Akşam Yemeği
Hayatımın içinde bulunduğum sallantılı dönemi beni uçlardan uçlara sürüklerken, hayatım savaşın içinde geçmiş olsa bile her şeyin hızla değiştiği bir döneme girdiğim için zihnim hayatıma ayak uyduramıyordu. Henüz akademiyi bitirmemiş olduğum zamanki hislerimle hareket ediyordum. Sonrasında edindiğim birçok bilgiye rağmen üzerine sistematik şekilde çok fazla şey ekleyememiş, yeterince yol kat edememişim gibi düşünüyordum. Son zamanlarda hayatımda neler değiştiğini ve ileriye doğru nasıl devam edeceğimi belirlemeliydim.

İlk olarak yaşadığım büyük değişikliklerden ilerleyecektim. Arkadaşlık artık hayatımda çok önemli yer kaplıyordu. İnsanlara daha fazla değer veriyordum. Birileriyle sohbet etmek, birlikte vakit geçirmek bana keyif veriyordu. İnsanlarla bağ kurmak, iletişimde bulunmak, kurduğum bağları güçlendirmek... Hayata bakışımla ilgili ilk büyük değişiklik bu olmuştu. Hikari-sensei sayesinde keşfettiğim bu duygular hayatımın çok önemli bir kısmıydı artık.

Arkadaşlığa değer verişimi tarttıktan sonra insan hayatına değer vermek de doğal olarak bu düşüncelerimin ardından geliyordu. Ancak birini öldürmüştüm ve bu verdiğim değeri haftalarca sorgulamıştım. Kendimi bu konuda suçsuz görebiliyordum, çünkü öldürdüğüm kişiyle savaş halindeydik. Ayrıca arkadaşımı kurtarmak, benim için her terazide ağır basan taraftı. O an yenmek için her şeyi yapmalıydım. Savaşsız bir dünya inşa etmeyi hayal etmek için henüz çok genç ve güçsüzdüm. Bu yüzden aynı şeyleri tekrarlamam gereken durumların, rütbemin de yükselmesiyle birlikte, artık çok daha fazla karşıma çıkacağını tahmin edebiliyordum. Kendimi zihnen hazırlamalıydım, artık düşmana verdiğim hasar bana zihinsel olarak yansımamalıydı. Çok sevsem de, nefret de etsem, şimdi de, düşmanlarımı kendim seçebilecek kadar güçlendikten sonra da düşman için üzülemezdim.

Son olarak da rütbemin yükselmesi durumu vardı. Bir düşmanı alt etmem sonucunda edindiğim bu başarı, yaptığımın doğruluğunu mu yoksa yanlışlığını mı haklı çıkarıyor emin değildim. Şimdilik önemli de değildi. Yersiz soru işaretlerini tek tek siliyordum zihnimden. Rütbemin yükselmesi, güçlenmek amacımda bana somut olarak başarılı olduğumu anlatıyordu. Üzüleceğim tek yanı artık takımımla birlikte olamamaktı. Geçirdiğim bunca sıkıntıda hep yanımda olan hocam ve arkadaşlarımla çok derin bağlarım vardı. Fırsat buldukça onlarla görüşmeye vakit ayırmak istiyordum. Belki Daigo ve Yuki de rütbeleri yükselince onlarla takılabilirdik, ya da Hikari-sensei ile görevlere atanabilirdik, kim bilir?

Geçmişle ilgili düşüncelerimden ayıldığımda gözlerimin yeniden netleşmesi birkaç saniye sürmüştü. Derin bir uykudan uyanmış gibi hissediyordum ve biraz da sersemlemiştim. Fazla derine inmiştim sanki ama buna kesinlikle ihtiyacım vardı. Olduğum yerde biraz daha dinlendikten sonra ayağa kalktım. Her yerim uyuşmuş, dizlerimden itibaren ayaklarıma kadar bacaklarımın her zerresi karıncalanmıştı. Biraz sert basarak karıncalanmayı geçirmeye çalışırken seke seke bahçeye çıktım. Dışarıda üç tanıdık ama beklenmedik yüzle karşılaşmıştım. "Kazuya hazırlan, yemeğe gidiyoruz." Görünüşe göre Hikari-sensei, Daigo ve Yuki hep birlikte yemeğe gidiyorduk. Beni almaya gelmişlerdi. Onlar da benim düşündüklerimi düşünüp, takımdan ayrılacağımı öngörmüş olmalılardı. Bu benim onlara veda yemeğim olacaktı. Başımla hocamı onayladıktan sonra arkamı dönüp geri içeriye girdim. Kendilerine sırtımı döndüğümde gözlerimde biriken birkaç damla yaş için bir şey yapamadım. Çenem titriyordu, kendimi tutuyordum. Üzerine daha fazla düşünüp kendimi kaybetmeden kıyafetlerimi değiştirip yanlarına döndüm. Bacaklarımın karıncalanması geçmişti ama gözlerimden akan yaşlar tükenmemişti.

Yemek bir dolu birlikte geçirdiğimiz zamanları anmak ve kurduğumuz bağı hatırlatmakla geçmişti. Bunlar arkadaşlıklarımın en derin olduğu insanlardı, benim insanlarımdı. Ağladık, güldük, yedik, hayatımda hiç yemediğim kadar yemek yemiştim. Savaşın getirdiği kıtlık yüzünden normal yaşamımızda yediğimiz her şey çok pahalıydı, sensei öyle söylüyordu. Fiyatlara hep dikkat etmek zorundaydık. Ama bu gece başkaydı, bu gece bizim son gecemizdi. Ekibimle vedalaşmadan önce hayatıma çizeceğim yönle ilgili birkaç fikir de edinmiştim. Artık yetimhanede kalamazdım, kendi başıma bir eve çıkacaktım. Hikari-sensei, chuunin kazancıyla bunu kolayca karşılayabileceğimi söylemişti. Bir panço alacaktım. Görevlerimde çok işe yarayacağını düşünüyordum.

Gecenin sonunda hocam ve arkadaşlarımla ayrıldıktan sonra son kez yetimhaneye yürüyordum. Ertesi gün bir ev tutup oradakilerle de vedalaşacaktım. Tamamen kendimi baz aldığım bir düzen kuracaktım. Her şeyi kendim belirlediğim, her şeyin benim için olduğu bir hayatım olacaktı. Her tuğlasını kendim dizeceğim, her duvarını kendim öreceğim yepyeni bir yaşam.

“When a tree falls, everyone hears the sound; but when a tree grows, no one hears it.”