Izena dönüşü Amegakure’de hava oldukça güzeldi. Alışagelmiş düzen tıkır tıkır işlemeye devam ederken, aklımın bir köşesi hala daha Izena’da olanlardaydı. Normalde geçmişe pek de takılan biri olmasam bile, bu kez hissettiğim birkaç eksiklik ve ucuna kadar gelmiş olmama rağmen başaramadığım dokunuşlar, içimde istemsiz bir burukluk yaratıyordu. Geçen günlerde ne “rezervde” olmam ne Riaru’nun yaptıkları ne de Kanna’nın son dakika rol çalması aklımın ucundan dahi geçmiyordu. Tek huzursuzluğum, içine düştüğüm yetersizlik ve birtakım şeyleri hissedememiş olmaktı sadece. Dışarıdan bakıldığında her zamanki gibi gülen ruhumu gören insanlar, bu kez sonuna kadar yaklaşmış olmama rağmen bir erkeği var eden şeye ulaşamamış olmanın azabındaydı. İşte en büyük yetersizliğim de buydu… Ne annem ne de o diğer kadınlar, bunun gibi bir şey yaşamamış olmalıydı. Gerçi onlar talep edilen sınıfında olsalar bile, bedava bir gece için hiçbir erkeğin “hayır” demesi muhtemel değildi. Bu yüzden de, annem ve onun gibiler her istediklerine ulaşabilecekken, ben halen daha yetersizdim… Ancak bu kadar yakınlaşmış olmak bile, bundan sonra hissedemeyeceğim anlamına gelmiyordu!
Pasifte geçen günlerim, klasik sıkıcı ve rollendiğim zamanlarla geçiyordu. Esnafa can veren eylemlerimle yetersizliğimi bastırma çabaları, nihayetinde yine dönüp dolaşıp Haiki ile sonlanıyordu. Onu emin ellere teslim etmiştik ve kısa bir sürede tekrar şahlanacağından şüphem yoktu. Bu yüzden onun hakkında endişelerimi de ne aza indirmiştim. Tıpkı Shinji ve Kazuya için hissettiklerimde olduğu gibi… Bu boş günlerde, onların da benimle aynı durumda olmalarından dolayı birkaç kez onları görmeyi düşünmüşsem de, “talep edilen” olmanın şartları nedeniyle onların beni bulmayı arzulayacağı zamanı beklemeye karar vermiştim. İşte tüm bu hareketsizlik, klasik Akemi günlerini beraberinde getirmişti sadece.
Tüm bu hareketsizlik, Amegakure sokaklarını izlediğim bir gece vakti bozuluvermişti. Görmeye pek de alışık olmadığım pamuktan bir kuşun pencereme konması, içimdeki şehvet duygularını bir anda şefkate çevirirken pamuktan kuşun cama vurmaya başlamasıyla, doğaya can veren bir ruhum olduğunu düşünmeye başlamıştım. Her ihtimale karşı kuşu korkutmamak için yavaşça camı aralamamın ardından ise, değil cüssesine varlığına bile aykırı bir bariton sesle dile gelen kuş “bacım” ile başlayan cümlesiyle beynimin tam orta yerine kunai yemiş gibi olmuştum. Yani o görüntüye bu sesin olması, benim Riaru’nun sesiyle “Issen!” diye haykırmamdan farksızdı! Daha hayvancağızın sesinin yarattığı şok etkisi dağılmamışken, bir de Kanna kahpesinin beni beklediğini söylemesi, ikinci bir arıza yaratmıştı kafamda. Vereceğim en güzel cevaplar kafamda sarmalanmaya başlamışken, en basitinden “Tamam gardaş!” bile diyemeden bariton pamuk havalanıvermişti.
Kanna’nın efsanevi yaratığı olma ihtimali olan kuşun yarattığı şaşkınlığı ardımda bıraktığımda -Kanna’ya da anca böyle saçma bir şey yakışırdı- bir diğer ikilem bünyemi sarıyordu. Kanna’nın beni ayağına çağırması pek de haz ettiğim bir tutum değildi. Başından beri Kanna ve diğerlerinin beceriksizliğinin sürüklediği olaylar silsilesi içerisinde, gram sorumluluk almayan Kanna’nın bir de beni ayağına çağırması pek de kabul edilebilir değildi. Ne var ki, bir şekilde bu rütbe olaylarına karşı gelmemem ve nizamı bozmamam gerekiyordu. Neticede Amegakure’ye bağlılığım kişilerle sınırlı değildi… Bu yüzden kan kusup kızılcık şerbeti içerek hazırlanmaya başlamıştım. Yüzüme yerleşen memnuniyetsiz ifadeyi Akademiye kadar taşıyacak ve bu memnuniyetsiz ifadeyi olabildiğince Kanna’ya yansıtacaktım. Ne dediği veya niye beni çağırdı çok sonraki mevzulardı…