[Geçmiş] Esnaf Ziyareti, Kısım I
Posted: June 2nd, 2025, 10:54 pm
Rutin görevlendirilmemizin toplantısı için chou binasının önünde Yuki ve Daigo ile buluşmuştuk. Ortamıza bir kişinin daha sığacağı şekilde üçgen oluşturmuş yüz yüze bakıyorduk. Bize bu saatte burada olmamızı söyleyen Hikari-sensei ise henüz gelmemişti. Aramızda ne yapmamız gerektiğiyle ilgili fikri olan yoktu ki birbirimize meraklı gözlerle bakışıyorduk. Lafa atılıp durumun garipliğini kurtarmaya çalışmam gerektiğini hissetmiştim. Derin bir nefes alıp ellerimi belimin iki yanına koydum. Kaşlarımın istemsizce çatıldığını hissetim. Önce Yuki’ye bakarak cümlemin yarısını kuracaktım: “Sizce içeri mi gireceğiz…” diğer yarısında da bakışlarımı Daigo’ya çevirip: “…yoksa burada mı bekleyeceğiz?” Aldığım nefesin kalanını ciğerlerimden boşaltarak kaşlarımı düzeltmeye çalıştım. Sinirli gözükmek istemiyordum, yalnızca ne yapmam gerektiğini bilmediğimde yüz kaslarım ben fark etmeden böyle bir şekle giriyordu. Sorduğum soruya ilk yanıt veren Yuki’nin söyledikleri çok mantıklı gelmişti: “Bence beklemeliyiz. Sensei özellikle chou binasının önünde buluşacağımızı söyledi, içeri girmekten bahsetmedi.” Hemen ardından lafa atılan Daigo ise tam tersini söylüyordu: “Yok canım; önü dese ne fark eder, içi dese ne fark eder? Sensei içeride oturmuş bizi bekliyordur.” İşin garip yanı tam tersini söylese de Daigo’nun söyledikleri de bana oldukça mantıklı geliyordu. Daha fazla konuşarak bir yere varamayacağımız belliydi. Birilerine durumu aydınlatacak sorular sormalıydık. Arkadaşlarıma yine tek tek göz gezdirdikten sonra: “Sanırım böyle çözemeyeceğiz.” dedikten sonra ellerimi iki yanıma geri sarkıtıp binanın girişine doğru yürümeye başladım. Arkamdan Yuki sesleniyordu: “Bekle, Kazuya, dur!” Vücudumu kendisine çevirmeden, sadece yüzümü omzumun üstünden döndürerek: “Endişelenme Yuki, sadece soracağım.” Sözlerimin ardından birkaç adım daha atarak kapıdaki nöbetçi shinobinin yanına vardım. Beni sert bir dille uyararak uzaklaşmam gerektiğini söylediğinde kaşlarımı yeniden çattım. Yalnızca öğretmenimin içeride olup olmadığını öğrenmeye çalışıyordum. Ama adam huysuz ve lanet herifin tekiydi. Bana cevap vermek yerine köy kurallarından nasıl ceza alabileceğimi anlatmaya başlayınca sinirlerim bozulmuştu. Arkamı dönüp üzgün adımlarla arkadaşlarımın yanına döndüm. Nöbetçiyle ne konuştuğumu sorduklarında “Bilmiyormuş.” diyerek durumu geçiştirdim. Ancak bir şeylerin ters gittiğini yüz ifademden anlayabilmiş olmalılardı. Neyse ki daha fazla ısrar etmeden soru sormayı bıraktılar. Ben de derin nefes alıp vererek birkaç dakika içerisinde duygularım üzerindeki kontrolümü elime geri alabilmiştim. Küçücük bir olayın keyfimi bozmasına izin veremezdim.
Kendime geldiğim sırada chou binasından çıkan Hikari-sensei, az önce bana tatsız şeyler söyleyen shinobiyle selamlaştıktan sonra bizi görüp yanımıza gelmişti. Hain herif senseiyi görmüştü ama bana zorluk olsun diye bilgi vermemişti. Moralimin bozukluğu beni öfkeye yönlendiriyordu. Öfkenin zihnimi daraltışını hissettiğim anda fark edip durdurdum. Bunu daha fazla düşünerek kendimi yıpratmayacaktım. Zaten odaklanmam gereken başka bir yer vardı. Sensei görev bilgilerini bizimle paylaşmaya başlamıştı: “Merhaba çocuklar, beklediniz biliyorum. Görev talimatlarına ulaşmam biraz gecikti, içerisi çok kalabalık.” Sözlerinden sonra elindeki küçük parşömeni açan Hikari-sensei, hızlıca okuduktan sonra tek tek bir parşömene, bir de bizlerden birine bakıp herkesi turladıktan sonra parşömeni yeniden kıvırıp cebine sokmuştu. “Arkadaşlar devriye geziyoruz. Yuki sen akademi çevresini al, Daigo hastane bölgesi sende, Kazuya köy meydanı ve yakınındaki esnaf yoğunluğu olan sokaklar da senin. Eğer herhangi bir terslik olursa ben de köyün ana giriş kapısının nöbetinde olacağım. Sorusu olan var mı?” Hepimiz aynı anda muhteşem bir senkronizasyonla kafalarımızı sağa sola sallayarak görevin anlaşıldığını belirttik. Hikari-sensei işin içinde olunca her şey berrak oluyor, kolay gözüküyordu. “Güzel. Unutmayın, görev yerinize vardığınızda ilk iş bizden önce görevlendirilenleri raporlarını iletmek üzerine chou binasına göndermek. Bizim vardiyalarımız bittiğinde de yerimize gelecekler aynı şekilde yapacak.” Sensei her küçük detayı en net şekilde anlatıyor, soru işaretine yer bırakmıyordu. Bu sefer de hep bir ağızdan “Anlaşıldı, sensei.” dedikten sonra göreve hazır olduğumuzu bildiren selamımız olan sağ ellerimizi sol omuzlarımızın ön tarafına ikişer kez vurma hareketini yaptık. “Ne olursa olsun güvende olun, dağılabilirsiniz.” emrini aldıktan sonra da dördümüz de görev yerlerimize dağılmak üzere hızlı adımlarla farklı yönlere yürümeye başladık. Hikari-sensei’nin son sözleriyle vücudumu kaplayan öz güven ve güvende olma duygularıyla takımdan ayrılıp köy meydanına doğru giden sokağa dönmüştüm. Yüzüme yerleştirdiğim bir gülümseme ile yoluma devam ettim.
Takım toplantısından yaklaşık on beş dakika sonra köy meydanına varmak üzereydim. Geçmem gereken son sokağı bitirmeme birkaç adım kalmıştı. Üstü geniş brandalarla kaplanmış büyük alana girmek üzereydim. Yağmur günlük hayatımın alıştığım bir parçası olduğundan ondan faydalanmak veya kaçmak için yapılmış şeyler enteresan geliyordu bana. Belki bir gün durmadan yağan yağmurdan tamamen kurtulabilme ümidiyle küçük küçük kendisinden firar etme fikrine karşı yağmuru kabullenip onunla bütünleşmeyi tercih etmiştim. Düşmanım olarak görmediğim şeyin bana zararının dokunmayacağını düşünüyordum. Karşı fikirde olanlara da garip ya da küçümseyici bakmıyordum. Onları sadece farklı tercih yapmış insanlar olarak yorumluyordum.
Brandaların altına girdiğimde halihazırda çok da aydınlık olmayan ortam daha da karanlıklaşmıştı. Yine de çevredeki insanları görebiliyordum. İşimi engelleyecek seviyede bir karanlık değildi bu. Bazen gözlerimi kısmam gerekse de ortamdaki ışık çevreyi gözetlememe yeterli olacak seviyedeydi. Meydanın ortasına doğru yürürken çevrede neler olup bittiğine, yardıma ihtiyacı olan birinin varlığına ve benden önce görevlendirilmiş shinobinin nerede olduğuna dikkat etmeye çalışıyordum. Ortadaki heykele doğru yaklaşırken çevremde görebildiklerim; isyancıların sabotajları nedeniyle kapatılıp taşınmış olan meydanın boş dükkanları, vatandaşlara yemek dağıtan bir aş arabası, arabanın görevlileri, yemek sırasındaki insanlar olmuştu. Heykele vardığımda aradığım shinobiyi bulmuştum. Gözlerimi bir shinobiye, bir de heykele kaydırdığımdaysa karşımdaki görüntü bana kısa saçlı çocuğun artık sadece birkaç taş parçasından ibaret olduğunu yeniden hatırlatmıştı. Hala yıkılmış olmasına alışamamıştım. Köyümüzün yegane barış sembolünü yıkarak isyan etmek gerçekten bu hainlerin ne kadar kötülük peşinde olduğunu özetliyordu. Bu kötü yönetildiği için şikayet eden birinin isyanı değil, edinebileceği gücün tamamını kendinde toplamak ve bu güçle insanlara zulmetmek isteyen birinin isyanıydı. Başarılı olmasına asla izin vermemeliydik.
Benden önceki görevliden nöbeti teslim aldıktan sonra iki saat kadar meydandaki aş dağıtımının bitmesini bekledim. Çevreyi turladım, insanlarla selamlaştım. Araba kaldırılırken birkaç ağır kutunun taşınmasına yardımcı oldum ve meydanın temiz bir şekilde boşaltıldığına emin olduktan sonra çevre sokakları gezmeye başladım. Önceliğimi Sensui sokağı olarak belirlemiştim. Biz shinobiler için önemli bir sokaktı, ekipmanlarımız bu sokağın esnafının elinden çıkıyordu. Birkaç dükkan gezip esnafla boş muhabbet yaptıktan sonra biraz da ekipman bakarak zaman geçirdim. Standart ekipmanlardan ziyade pahalı katanalara bakarak salya akıttım. Camlara ekmek bandım. Şimdi yeterli param yoktu ama bir gün ben de işlemeli, özel yapım kılıcımla bu sokaktan geçerek hava atacaktım. Kendime söz verdikten ve sağ gözümden bir damla yaş akıttıktan sonra akmak üzere olan burnumu çektim. Yeterince vakit geçirmiştim, artık başka sokakları devriye gezmem gerekiyordu. Muhabbet ettiklerimle vedalaşarak o güzel sokağı arkamda bıraktım.
Dolaştığım sokaklardan birinde bir çiçekçi dükkanının önünden dalgın şekilde geçerken yolumun bir sivil vatandaş tarafından kesilmesiyle odağımı geri topladım. “Çiçeklerim çok güzel, değil mi Kazuya?” Kendisine çarpmamak için ani şekilde durup dengemi sağladım. Kafamı kaldırdığımda fark ettim ki karşımda yetimhaneden arkadaşım Ayame duruyordu. Kendisine baktıktan sonra gülümseyip çiçeklere bakmak için kafamı çevirirken kendisine cevap verdim. “Ayame-chan, merhaba.” Gerçekten çiçekler çok güzeldi. Hiçbir şey bilmediğim bir konuydu bu. Yalnızca gördüğümü yorumlayarak cevap verebilirdim. Kötü bir şey söylemek zaten istemezdim ama görüntü çok renkli ve çeşitli olmasa da gerçekten güzeldi. “Evet, çok güzeller, sen mi yaptın?” Kullandığım kelimede emin değildim ama bir kez ağzımdan çıkmıştı. Sahi ya, çiçekler için nasıl bir fiil kullanılırdı, bilmiyordum. Yetiştirmek, düzenlemek, kesmek? Ne diyeceğimi bilememiştim ama lafımı düzeltmeye de çalışmadım. Bilmediğimi ve bununla dalga geçilebilecek olmasını, karşımdaki Ayame olduğu için, büyük ihtimalle dalga geçilecek olmasını kabullenmiştim. “Benim kadar güzeller mi peki?” Soru hiç beklemediğim yerden gelmişti. Ne demeliydim? Çiçekler ve insanların güzelliği karşılaştırılabilir miydi? Neye göre çiçeklerin mi yoksa Ayame-chan’ın mı daha güzel olduğunu kıyaslayacaktım? Ayame-chan da oldukça güzeldi, çiçekler de. Hem neden benimle alay etmemişti? Çiçekler için ‘yapmak’ kelimesini kullanmıştım. Ayame-chan şımarıklığıyla beni yerin dibine sokmuş olmalıydı şimdiye kadar. İçine girdiğim çıkmaz düşüncelerin sonucunda kaşlarımın çatılmaya başladığını hissedebiliyordum. Ama bunu engellemek için de elimden geleni yapmalıydım. Çünkü Ayame-chan’ın sorduğu sorudan sonra kaşlarımı çatmam kendisini çirkin bulduğumu düşünmesine sebep olabilirdi. Yıllardır birlikte yaşamamıza rağmen güvenimi kazanamamış olsa da kendisini kötü hissettirmek istemiyordum. Sevdiğim bir arkadaşımdı sonuçta. Düşüncelerin hücum etmesinden yüzümün kıpkırmızı kesildiğini hissedebiliyordum. Bir elimle arkasından desteklediğim kafamı Ayame-chan’a çevirerek sorusunu elimden geldiğince ama doğru cevabı kestiremediğim için kekeleyerek cevapladım: “Şey… yani… çiçekler de çok güzel… sen de baya güzelsin… çiçek gibi… pardon… şey…” Söylediklerimin salaklığı yüzünden aptal ve utanç dolu bir gülümsemeyle gözlerimi kendisinden kaçırıyordum. Ayame-chan ise karşımda durmuş ezikliğime gülüyordu. Neyse ki ben kendimi daha fazla rezil etmeden lafımı bölerek gerçek sohbeti başlattı. “Devriye görevinde misin?” İşte bu kolay bir soruydu, hemen cevap vererek durumu kurtarabilirdim. Kahramanlıklarımdan bahsederek yaşadığım rezillikleri yaşanmamış gibi hissettirebilirdim. “Evet, meydandaki aş dağıtımına biraz yardımcı oldum. Şimdi de esnafların taşındığı sokakları kolaçan ediyorum. Sen?” Soruyu geri yönelttiğimde utanç duygusu geri gelmişti. Daha az önce söyleyip göstermişti ya çiçeklerini… Ağzını açmasına izin vermeden durumu düzeltmeliydim. “Aa, doğru, çiçekler… böyle bir ilgin vardı zaten hep. Bu iş senin için çok iyi olmuş, sevindim. Umarım mutlusundur.” Çok iyi toparlamıştım, sözlerim yağmur gibi akıp gitmişti. “Evet, talihsiz yaşamlarımıza rağmen sevdiğim bir iş bulabildim Kazuya.” Mutluluktan ağzı kulaklarına varana kadar gülümsemişti Ayame. Sözlerimi tamamladı: “Gerçekten mutluyum.” Onun mutluluğu beni de mutlu etmişti. Ben de olabildiğince büyük bir gülümsemenin ardından baş selamı verdim. Akşam yetimhanede buluşmak üzere vedalaştıktan sonra diğer sokaklara gezmek için görevim dahilinde Ayame-chan’ın yanından ayrıldım. Sevindirici bir karşılaşma olmuştu.
Görevli olduğum sokakları bir tur dönüp köy meydanına dönmüştüm. İki saat kadar daha burada oyalanmam gerekiyordu. Banklarda oturarak, volta atarak, sokakları görebildiğim kadarıyla gözetleyerek, görevim gereği meydana herkesi sorgulayıp işi olmayanı geri çevirerek geçirdim sürenin ardından dükkanlarını güvenli olarak kapatabildiklerine emin olmak amacıyla çevredeki esnafların sokaklarını bir kez daha dolaşacaktım. Saat gelmesine rağmen kapanışını henüz tamamlayamamış birkaç dükkanda kepenk kapatma ve ağır taşıma işlerine yardımcı olduktan sonra herkesin güvende olduğuna emin olup meydana geri geldim. Yerime görevlendirilen shinobi birkaç dakika sonra gelip görevi benden devraldığında son durumu kendisine özetleyip chou binasına yol aldım. Nöbet saatlerim içerisinde yardımcı olduğum durumları özetleyen raporumu yazılı olarak teslim ettim. Ekstra bir olay yaşanmadığı için mutluluk duyuyordum. Bana köyümüzün birbirine iyilikle bağlandığını, shinobiler olarak işimizi iyi yaptığımızı hissettiriyordu. Binadan çıktığımda takımla vedalaşarak günü tamamladım. Keyifli bir devriye günü olmuştu.
Kendime geldiğim sırada chou binasından çıkan Hikari-sensei, az önce bana tatsız şeyler söyleyen shinobiyle selamlaştıktan sonra bizi görüp yanımıza gelmişti. Hain herif senseiyi görmüştü ama bana zorluk olsun diye bilgi vermemişti. Moralimin bozukluğu beni öfkeye yönlendiriyordu. Öfkenin zihnimi daraltışını hissettiğim anda fark edip durdurdum. Bunu daha fazla düşünerek kendimi yıpratmayacaktım. Zaten odaklanmam gereken başka bir yer vardı. Sensei görev bilgilerini bizimle paylaşmaya başlamıştı: “Merhaba çocuklar, beklediniz biliyorum. Görev talimatlarına ulaşmam biraz gecikti, içerisi çok kalabalık.” Sözlerinden sonra elindeki küçük parşömeni açan Hikari-sensei, hızlıca okuduktan sonra tek tek bir parşömene, bir de bizlerden birine bakıp herkesi turladıktan sonra parşömeni yeniden kıvırıp cebine sokmuştu. “Arkadaşlar devriye geziyoruz. Yuki sen akademi çevresini al, Daigo hastane bölgesi sende, Kazuya köy meydanı ve yakınındaki esnaf yoğunluğu olan sokaklar da senin. Eğer herhangi bir terslik olursa ben de köyün ana giriş kapısının nöbetinde olacağım. Sorusu olan var mı?” Hepimiz aynı anda muhteşem bir senkronizasyonla kafalarımızı sağa sola sallayarak görevin anlaşıldığını belirttik. Hikari-sensei işin içinde olunca her şey berrak oluyor, kolay gözüküyordu. “Güzel. Unutmayın, görev yerinize vardığınızda ilk iş bizden önce görevlendirilenleri raporlarını iletmek üzerine chou binasına göndermek. Bizim vardiyalarımız bittiğinde de yerimize gelecekler aynı şekilde yapacak.” Sensei her küçük detayı en net şekilde anlatıyor, soru işaretine yer bırakmıyordu. Bu sefer de hep bir ağızdan “Anlaşıldı, sensei.” dedikten sonra göreve hazır olduğumuzu bildiren selamımız olan sağ ellerimizi sol omuzlarımızın ön tarafına ikişer kez vurma hareketini yaptık. “Ne olursa olsun güvende olun, dağılabilirsiniz.” emrini aldıktan sonra da dördümüz de görev yerlerimize dağılmak üzere hızlı adımlarla farklı yönlere yürümeye başladık. Hikari-sensei’nin son sözleriyle vücudumu kaplayan öz güven ve güvende olma duygularıyla takımdan ayrılıp köy meydanına doğru giden sokağa dönmüştüm. Yüzüme yerleştirdiğim bir gülümseme ile yoluma devam ettim.
Takım toplantısından yaklaşık on beş dakika sonra köy meydanına varmak üzereydim. Geçmem gereken son sokağı bitirmeme birkaç adım kalmıştı. Üstü geniş brandalarla kaplanmış büyük alana girmek üzereydim. Yağmur günlük hayatımın alıştığım bir parçası olduğundan ondan faydalanmak veya kaçmak için yapılmış şeyler enteresan geliyordu bana. Belki bir gün durmadan yağan yağmurdan tamamen kurtulabilme ümidiyle küçük küçük kendisinden firar etme fikrine karşı yağmuru kabullenip onunla bütünleşmeyi tercih etmiştim. Düşmanım olarak görmediğim şeyin bana zararının dokunmayacağını düşünüyordum. Karşı fikirde olanlara da garip ya da küçümseyici bakmıyordum. Onları sadece farklı tercih yapmış insanlar olarak yorumluyordum.
Brandaların altına girdiğimde halihazırda çok da aydınlık olmayan ortam daha da karanlıklaşmıştı. Yine de çevredeki insanları görebiliyordum. İşimi engelleyecek seviyede bir karanlık değildi bu. Bazen gözlerimi kısmam gerekse de ortamdaki ışık çevreyi gözetlememe yeterli olacak seviyedeydi. Meydanın ortasına doğru yürürken çevrede neler olup bittiğine, yardıma ihtiyacı olan birinin varlığına ve benden önce görevlendirilmiş shinobinin nerede olduğuna dikkat etmeye çalışıyordum. Ortadaki heykele doğru yaklaşırken çevremde görebildiklerim; isyancıların sabotajları nedeniyle kapatılıp taşınmış olan meydanın boş dükkanları, vatandaşlara yemek dağıtan bir aş arabası, arabanın görevlileri, yemek sırasındaki insanlar olmuştu. Heykele vardığımda aradığım shinobiyi bulmuştum. Gözlerimi bir shinobiye, bir de heykele kaydırdığımdaysa karşımdaki görüntü bana kısa saçlı çocuğun artık sadece birkaç taş parçasından ibaret olduğunu yeniden hatırlatmıştı. Hala yıkılmış olmasına alışamamıştım. Köyümüzün yegane barış sembolünü yıkarak isyan etmek gerçekten bu hainlerin ne kadar kötülük peşinde olduğunu özetliyordu. Bu kötü yönetildiği için şikayet eden birinin isyanı değil, edinebileceği gücün tamamını kendinde toplamak ve bu güçle insanlara zulmetmek isteyen birinin isyanıydı. Başarılı olmasına asla izin vermemeliydik.
Benden önceki görevliden nöbeti teslim aldıktan sonra iki saat kadar meydandaki aş dağıtımının bitmesini bekledim. Çevreyi turladım, insanlarla selamlaştım. Araba kaldırılırken birkaç ağır kutunun taşınmasına yardımcı oldum ve meydanın temiz bir şekilde boşaltıldığına emin olduktan sonra çevre sokakları gezmeye başladım. Önceliğimi Sensui sokağı olarak belirlemiştim. Biz shinobiler için önemli bir sokaktı, ekipmanlarımız bu sokağın esnafının elinden çıkıyordu. Birkaç dükkan gezip esnafla boş muhabbet yaptıktan sonra biraz da ekipman bakarak zaman geçirdim. Standart ekipmanlardan ziyade pahalı katanalara bakarak salya akıttım. Camlara ekmek bandım. Şimdi yeterli param yoktu ama bir gün ben de işlemeli, özel yapım kılıcımla bu sokaktan geçerek hava atacaktım. Kendime söz verdikten ve sağ gözümden bir damla yaş akıttıktan sonra akmak üzere olan burnumu çektim. Yeterince vakit geçirmiştim, artık başka sokakları devriye gezmem gerekiyordu. Muhabbet ettiklerimle vedalaşarak o güzel sokağı arkamda bıraktım.
Dolaştığım sokaklardan birinde bir çiçekçi dükkanının önünden dalgın şekilde geçerken yolumun bir sivil vatandaş tarafından kesilmesiyle odağımı geri topladım. “Çiçeklerim çok güzel, değil mi Kazuya?” Kendisine çarpmamak için ani şekilde durup dengemi sağladım. Kafamı kaldırdığımda fark ettim ki karşımda yetimhaneden arkadaşım Ayame duruyordu. Kendisine baktıktan sonra gülümseyip çiçeklere bakmak için kafamı çevirirken kendisine cevap verdim. “Ayame-chan, merhaba.” Gerçekten çiçekler çok güzeldi. Hiçbir şey bilmediğim bir konuydu bu. Yalnızca gördüğümü yorumlayarak cevap verebilirdim. Kötü bir şey söylemek zaten istemezdim ama görüntü çok renkli ve çeşitli olmasa da gerçekten güzeldi. “Evet, çok güzeller, sen mi yaptın?” Kullandığım kelimede emin değildim ama bir kez ağzımdan çıkmıştı. Sahi ya, çiçekler için nasıl bir fiil kullanılırdı, bilmiyordum. Yetiştirmek, düzenlemek, kesmek? Ne diyeceğimi bilememiştim ama lafımı düzeltmeye de çalışmadım. Bilmediğimi ve bununla dalga geçilebilecek olmasını, karşımdaki Ayame olduğu için, büyük ihtimalle dalga geçilecek olmasını kabullenmiştim. “Benim kadar güzeller mi peki?” Soru hiç beklemediğim yerden gelmişti. Ne demeliydim? Çiçekler ve insanların güzelliği karşılaştırılabilir miydi? Neye göre çiçeklerin mi yoksa Ayame-chan’ın mı daha güzel olduğunu kıyaslayacaktım? Ayame-chan da oldukça güzeldi, çiçekler de. Hem neden benimle alay etmemişti? Çiçekler için ‘yapmak’ kelimesini kullanmıştım. Ayame-chan şımarıklığıyla beni yerin dibine sokmuş olmalıydı şimdiye kadar. İçine girdiğim çıkmaz düşüncelerin sonucunda kaşlarımın çatılmaya başladığını hissedebiliyordum. Ama bunu engellemek için de elimden geleni yapmalıydım. Çünkü Ayame-chan’ın sorduğu sorudan sonra kaşlarımı çatmam kendisini çirkin bulduğumu düşünmesine sebep olabilirdi. Yıllardır birlikte yaşamamıza rağmen güvenimi kazanamamış olsa da kendisini kötü hissettirmek istemiyordum. Sevdiğim bir arkadaşımdı sonuçta. Düşüncelerin hücum etmesinden yüzümün kıpkırmızı kesildiğini hissedebiliyordum. Bir elimle arkasından desteklediğim kafamı Ayame-chan’a çevirerek sorusunu elimden geldiğince ama doğru cevabı kestiremediğim için kekeleyerek cevapladım: “Şey… yani… çiçekler de çok güzel… sen de baya güzelsin… çiçek gibi… pardon… şey…” Söylediklerimin salaklığı yüzünden aptal ve utanç dolu bir gülümsemeyle gözlerimi kendisinden kaçırıyordum. Ayame-chan ise karşımda durmuş ezikliğime gülüyordu. Neyse ki ben kendimi daha fazla rezil etmeden lafımı bölerek gerçek sohbeti başlattı. “Devriye görevinde misin?” İşte bu kolay bir soruydu, hemen cevap vererek durumu kurtarabilirdim. Kahramanlıklarımdan bahsederek yaşadığım rezillikleri yaşanmamış gibi hissettirebilirdim. “Evet, meydandaki aş dağıtımına biraz yardımcı oldum. Şimdi de esnafların taşındığı sokakları kolaçan ediyorum. Sen?” Soruyu geri yönelttiğimde utanç duygusu geri gelmişti. Daha az önce söyleyip göstermişti ya çiçeklerini… Ağzını açmasına izin vermeden durumu düzeltmeliydim. “Aa, doğru, çiçekler… böyle bir ilgin vardı zaten hep. Bu iş senin için çok iyi olmuş, sevindim. Umarım mutlusundur.” Çok iyi toparlamıştım, sözlerim yağmur gibi akıp gitmişti. “Evet, talihsiz yaşamlarımıza rağmen sevdiğim bir iş bulabildim Kazuya.” Mutluluktan ağzı kulaklarına varana kadar gülümsemişti Ayame. Sözlerimi tamamladı: “Gerçekten mutluyum.” Onun mutluluğu beni de mutlu etmişti. Ben de olabildiğince büyük bir gülümsemenin ardından baş selamı verdim. Akşam yetimhanede buluşmak üzere vedalaştıktan sonra diğer sokaklara gezmek için görevim dahilinde Ayame-chan’ın yanından ayrıldım. Sevindirici bir karşılaşma olmuştu.
Görevli olduğum sokakları bir tur dönüp köy meydanına dönmüştüm. İki saat kadar daha burada oyalanmam gerekiyordu. Banklarda oturarak, volta atarak, sokakları görebildiğim kadarıyla gözetleyerek, görevim gereği meydana herkesi sorgulayıp işi olmayanı geri çevirerek geçirdim sürenin ardından dükkanlarını güvenli olarak kapatabildiklerine emin olmak amacıyla çevredeki esnafların sokaklarını bir kez daha dolaşacaktım. Saat gelmesine rağmen kapanışını henüz tamamlayamamış birkaç dükkanda kepenk kapatma ve ağır taşıma işlerine yardımcı olduktan sonra herkesin güvende olduğuna emin olup meydana geri geldim. Yerime görevlendirilen shinobi birkaç dakika sonra gelip görevi benden devraldığında son durumu kendisine özetleyip chou binasına yol aldım. Nöbet saatlerim içerisinde yardımcı olduğum durumları özetleyen raporumu yazılı olarak teslim ettim. Ekstra bir olay yaşanmadığı için mutluluk duyuyordum. Bana köyümüzün birbirine iyilikle bağlandığını, shinobiler olarak işimizi iyi yaptığımızı hissettiriyordu. Binadan çıktığımda takımla vedalaşarak günü tamamladım. Keyifli bir devriye günü olmuştu.
“ Φίλος ἀληθινός, ὥσπερ ὥρα γλυκεῖα.”