
Solgun renkteki ellerinin saçımda dolanmasına izin verdim. Hiçbir şey eskisi gibi değildi artık; ne dokunuşu içimi ısıtabiliyor, ne de gülümseyişinin özgüvenle parladığına emin olabiliyordum. Bir sorun vardı, basit zihnimin anlamlandıramayacağı, kendi dünyasına özgü problemler. Bir kez daha fark ettim ne kadar ayrı çizgilerde olduğumuzu. Birbirine doğru uzanan, şans eseri kesişmiş ve artık ayrılma vakitleri gelen çizgiler. Kabuklarımız aynı olsa da, iç yaşantılarımız bambaşkaydı. Belki de, bambaşka kalmaya da devam etmeliydik.
Son bir defa elimle elini kapattım. Yanağımın üzerine sıkıca bastırdım elini son bir kez, gözlerimi iyice kapatıp anı iyice hatrıma kazırken. Artık bitmeliydi, kendi dünyasına dönmeli ve beni basit yaşantıma geri salmalıydı. Çocuğumla başbaşa kalmak istiyordum, onu tek başıma yetiştirebilirdim, kendimi de bu günlere getirmeyi başardığım gibi. Seçtiğim yollar kimileri için doğru değildi belki de, fakat pişman değildim. Kimileri gibi hatalarımı yüzüme vurmadığı için ona her zaman minnettar kalacaktım, buna emindim. Tıpkı, insanların uğruna çok çirkin işleri göze alabileceği cinsten bir sevgiyi bana yaşattığı için de minnettar kalacağım gibi. Beraber geçirdiğimiz bu bir sene, bana çok şey katmış ve her türlü duyguyu tatmamı sağlamıştı. Mutluluk, heyecan, hüzün, korku...
Artık hepsi sonlanacaktı. Dudaklarım aralandı zehir zemberek sözcükleri dökmek niyetiyle. Sıkıntımın ne olduğunu anlamaya çalışan yeşil gözleri, aradıkları cevabı birazdan bulacaktı.
Keskin bir gök gürültüsüyle yerimden sıçradım. İçim sıkıntıyla dolmuştu uyanır uyanmaz, fakat bu sıkıntının kaynağı gürleyen gökün yarattığı dehşet değildi. Bazı akşamlar rüyalarıma, son gecemiz eşlik ediyordu inatla. Sebebi neydi? Yaptığım hatayı bilinçaltımın yüzüme vurması mı, yoksa yollara düşüşümün ne kadar mantıksız olduğunu bana anlatmaya çalışan bir savunma mekanızması mı? Halbuki kendim etmiş, kendim bulmuştum tam anlamıyla. Sözümden geri dönmenin, kendime, kendimi geçtim çocuğuma bu kadar zahmet çektirmenin alemi neydi?
Bilmiyordum.
Bilmediğim topraklarda onun izini sürdüğüm bilmem kaçıncı aydayım. Oğlum, dün iki yaşına bastı. Yıkık dökük bir handa ufak bir parça kek ile bir adet mum, bu özel günü başbaşa kutlamamıza yetti. Gün geçtikçe çevresinde olup bitenleri daha iyi anlamaya başlıyor, daha anlamlı sözcükler saçmalıyordu. Yere bıraktığım anda etrafta bıdır bıdır koşmaya başlaması da cabası. Onun bu halini gördükçe, içimdeki karmaşa daha da şiddetleniyordu aslında. Oğluma zarar verebilecek aktivitelerden uzak durmamı, gerisin geri korunaklı köyümüze dönmemi söylüyordu bir yanım. Diğer yanım ise çocuğumun babasız büyümesini engellememi, ona verebileceğim en iyi hayat için çabalamam gerektiğini tembihliyordu bana. Gün geçtikçe çevrem daha tekinsiz bir hale bürünüyor, birikimlerim de bitmeye birer adım daha yaklaşıyordu. İki yıl önce, oğlunu sadece bir defa gördükten sonra gitmesini, Yıldırım Ülkesi'ne geri dönmesini istediğim adamın tekrar yakınlarında olmak da garip bir duyguydu. Fakat bu duygu, beni aynı zamanda ona çok uzak da hissettiriyordu. Tüm bu faktörlerin birleşimi, beni garip bir bunalıma sürüklüyordu. Bunalımdan ziyade bir kaos, bir karmaşa, bir çaresizlik. Bilmiyorum.
Beni tekrar kabul edecek miydi? Hatalarımı bir kez affetmişti, gene affeder miydi acaba? Ya, bir başka aile kurduysa kendine? Elleri bir başka kadının saçlarında geziyorsa? Başka çocukları olduysa? Hayır, hayır. Daha önce kimseye bu kadar bağlanmadığını söylemişti Seika. Karmaşık hayatını uğruma geride bırakabileceğini, yeni bir sayfa açmak istediğini... Bana hiçbir zaman yalan söylemedi ki! Bu basit korkuların bana yaklaşmasına izin vermemeliyim. Kafamı hayali korkularımı kışkışlamak istercesine sağa sola salladım bir süre. Ne düşünürsem düşüneyim, beni hangi his ele geçirirse geçirsin, yolumdan tekrar dönmemeliydim artık. Seika'yı bir defa kovmuş ve pişman olmuştum, onu bir daha görmek istemediğime dair düşüncelerim zamanla değişmiş ve beni, peşine düştüğüm bu yolculuğa itmişti. Tekrar mızıkçılık yapmayacak ve bu sefer kalkıştığım bu işin sonuna kadar gidecektim. Onu bulacak, ne kadar pişman olduğumu ona söyleyecek ve evlilik teklifini kabul edecektim. Evet, evet hala istiyorsa elbette, onunla gerçekten bir aile olmayı ben de isteyecektim.
Sağ elimi yerinde hala sesli sesli uyumakta olan çocuğumun karnına koydum ve bir süre böyle kaldım. Gök gürültülerine alışmış olmalıydı, bir kaç hafta önce olduğu gibi ağlayıp patlayarak tepki vermiyordu artık. Hatta, uykusunu bölmelerine bile izin vermiyordu. Keşke ben de alışabilseydim diye düşündüm içimden. Keşke, ben de rahat rahat uyumaya devam edebilsem ve gecenin bir yarısında düşüncelere dalmak için kendime bahane etmesem bu sesleri. Elimi karnından çekip çocuğu iyice kavradım ve kucağıma aldım. Ayaklandım yavaş bir şekilde, uykusunu bölmemek isteyerek. Boştaki elimle komidindeki sigarayı kaptım ve kapıya, aşağı yollandım pıtı pıtı adımlarla. Biraz hava almak istemişti canım fakat oğlumu odada yalnız bırakacak kadar da güvenli bir mekanda olduğumuzu hissetmiyordum. Uzun ve karanlık koridordan geçerek merdivenlere ulaştım. Temkinli adımlarla basamakları aştım. Bankodaki kadına selam verip, bahçeye çıktım.
Oradaydı. Bir kaç gündür handa çeşitli kerelerce gördüğüm sessiz sakin kız, yine benimle aynı saatlerde bahçedeydi. Han kapısına en uzak noktadaki ahşap bankta oturmuş, hiçbir hareket sergilemeden dağları izlemeye koyulmuştu yine. Yer yer pembeye çalan yumuşak sarı saçları ve minyon tipiyle sevimli bir kızdı. Tam kıskanacağım, özeneceğim cinsten. Daha önce konuşmamıştık, fakat bakışmalarımızla bir iletişim kurduğumuzun ikimizin de farkındaydık. Onu, oğlumu incelerken yakalıyordum zaman zaman. Çocuğuma yemek yedirirken veya onunla ilgilenirken, kahverengi gözleriyle bizi süzdüğünü hissedebiliyor, fakat bunu doğal içgüdülerle yaptığının da farkına varıyordum çoğu zaman. Bir çocuk bekliyordu ve bol kıyafetleriyle bu halini saklamakta pek başarılı olduğu söylenemezdi. Benim gibi normal bir sivil de değildi. Seika'nın etrafındayken hissettiğim o garip aurayı bu kızda da sezebiliyordum. Ah, bir de çenesindeki yara izi elbette, bir shinobi olduğunu biraz ucundan ele veriyordu sanki.
Bu gece çekincemi yıktım. Zararsız, niyeti bozuk biri olmadığı belliydi. Belli ki deneyimsizdi de, tüm bu hamilelik, annelik konularında. Belki korkuyordu da. Birilerinin yolunu da mı gözlüyordu? Neden her gece gözlerini dağlara dikiyordu? Konuşmaya ihtiyacı mı vardı? Benim vardı zira. Aylardır arkadaşlarımdan uzaktaydım, aylardır bir insanla çekinmeden konuşabildiğim bir sohbet yaşayamadım. İşte bu sebeplerden dolayı, bu gece çekincemi yıktım. Yanına iyice yaklaşmışken basit bir öksürükle geldiğimi haber verdim, yanına oturacağımı. Yavaşça oturdum tepemizdeki verandaya çarpan yağmurun sesi kulaklarımı tekrar doldururken. Bir süre, konuşmadan bu şekilde bekledim. Bir kaç dakika sonra ağzımdan çıkan tek cümle, "Dağlara sürekli hakim olan bu yağmurlar yüzünden buraya Yıldırım denildiğini duydum." olmuştu.
"Fazla yaratıcı, değil mi?"