[Saiki Ryouta] Dünyaya Hakim Olmalıyım (Part 1)
Posted: September 4th, 2018, 4:07 am
Güneş yüzünü ufaktan göstermiş, dünya çeşitli renkler ile parlamıştı. Hayat neydi? Hayat; renklerin cümbüşü, güneşin doğuşu ve suyun akışıydı. Her şeyiyle doğal ve güzeldi. Birkaç kelimeyle övmek gerekirse, takdir edilesi, hayran olunası, tapınası.
Ağacın tekinin gövdesine yaslanmış bir kişi beliriyordu, sonsuz gökyüzünün altında. Gölgenin serinliğinde, boylu boyunca uzanmış, uyuyordu. Aslında tam olarak uyuduğunu söyleyemezdik. Gözleri kapalı ama zihni açık bir şekilde dünyayı dinliyordu. Var olan güzelliği takdir etmekten ziyade, tetikte olmanın başka bir boyutuydu bu. Maalesef ki, kendine göre normal olan şu an ki durumu, eski kafalı Shinobi ahlakında yasaktı. Vücutlar engellenilse de, fikirler engellenilemezdi. Bunu takiben, Ryouta'nın hürriyet ve güç aşkıyla yanan fikirleri engellenememişti. İstek ve arzularını tatmin etmek için yollara düşüp, arayış içine girmişti.
Dirsekleri ile kendini toplayarak ağaca sırtını verdi. Kafasını kaldırıp, gözleriyle dalları kesti. Parlak ve kırmızı elmaları görünce, suratında ufak bir heyecan belirtisi oluşuverdi. Sabah kahvaltısı için ideal bir besin olacaktı bu elmalar. Ağacın gövdesine orta ayarda bir güçle dirsek vurup, olgunlaşmış olan elmalardan birini düşürüp, avcunun içine aldı. Gömleğine sürerek, üstündeki tozları sildi. Parmak uçlarına aldığı elmayı hafifçe ileri doğru sürerek, güneşe çıkardı. Parlayan görüntüsü gözlerine düştükten sonra büyük bir ısırık aldı. Bem beyaz olan dişleri ile yavaşça çiğnedi. Güzel, diye mırıldandı. Ardından birkaç ısırık daha alıp, elma çöpünü bir köşeye fırlattı.
Yavaşça ayağa kalktı. Üzerine bir göz gezdirip, üstünü başını çırptı. Böcekler bolca bulunuyordu buralarda. İçinde gezinen o küçük yaratıklardan pek haz etmezdi. Yavaşça kafasını sağa sola çevirip, etrafı gözlemledi. Görebildiği ya da hissedebildiği tek bir insan yoktu ortada. Duyulan ve hissedilen şeyler; böceklerin vızıltısı, kuşların cıvıltısı ve her santimetre karesini ferahlatan ılık rüzgardı sadece. Eline geçirdiği misina ile ağacın bir dalını aşağı doğru çekti. Tam 10 elma olana kadar topladı. Ardından misinası geri çekip, ağaca zarar vermeden ayrıldı.
Yavaş yavaş yürüyordu. Adımları, içinde bulunan kararlılığı gibi, güçlü ve sertti. Rüzgar, güneş ve börtü böceğin eşliğinde devam ediyordu. Çevresini dinliyordu, yine az önceki gibi. Takdir edercesine değil. Sanki karanlık ve dipsiz bir mağaranın içine girmiş, oradan her an en korkunç rüyalarında bile barınmayacak bir canavarın çıkmasını bekler gibi. Her an tetikte, her an hazırdı. Bu bir shinobi öğretisi mi, değil mi hatırlamıyor ve bilmiyordu. Sadece bilincinin temeline yazmış olduğu bir savunma mekanizması olduğunun farkındaydı. Bu zihniyetin içindeyken, bir yandan da katur kutur sesler eşliğinde elmalarını yiyordu. Elinde bulunan elmaların yarısını yiyince, sabah kahvaltısını bitirmiş oldu. Matarasından biraz su içti. Şişmiş olan karnına baktı. Sağ eliyle biraz ovuşturdu. Boğazına yapışan gaz birikintisine farkedince, hiç tutmadan salıverdi dışarı. Geğirmesinden sonra ufak bir rahatlama yaşadı. Şişen karnı, az da olsa kendine gelmişti.
Çantasına baktı. Ekipmanları haricinde, az önce aldığı ve henüz yemediği beş adet elmayı gördü. Bunlar sonrası içindi. Yiyecek ayrı bir giderdi. Şu sıralar pek parası olmadığı için doğayı kullanmak, oldukça pratik bir çözümdü. Çantasının içinde uzun zamandır kullanmadığı, alın bandı da duruyordu. Bu alın bandını her görüşünde derin duygular içerisine giriyordu. En çok hissetiği duygu, özlemdi. En çok özlemi de ailesine karşı hissediyordu. Ama yolları farklıydı ailesiyle. Bu yüzden ayrılıkları kaçınılmazdı. Bundan sonrası için her iki tarafın da yapabileceği tek şey; sadece iyi şanslar dilemek olacaktı.
Vücudu ilerlerken, bir yandan da düşünüyordu. Köyü terk edişini ve terk ettikten sonra ne kadar zaman geçtiğini falan. Gökyüzüne doğru kaldırdı kafasını, maviliğin arasında beliren beyaz bulutları gördü. Ulaşılamaz olduklarını düşündü. Herkesin üstünde, kudretli bir varoluş. Tıpkı kendisinin olmasını istediği gibi. Bu dünya büyüktü, Ryouta'nın hayal dahi edemeyeceği kadar. Güçlü insanlar ise sayılamayacak kadar çoktu. Herkes gibi, o da denizde bir balıktı sadece. Bu kadar ufak haliyle, kos kocaman olan denizi nasıl bilebilirdi ki? Ama buna bir cevabı vardı; daha güçlü olmak.
Neden kendisine verilmiş bu fırsatı kullanmamalıydı ki? Ufak bir balık diye, tüm denizi görmek istemek yanlış mıydı? Hayallerin ötesine ulaşmayı düşlemek, kötü bir şey miydi? Bu dünyanın içinde doğmuştu ve bu dünyanın yaşıyordu. Dünyasını tanımak ve ismini tanımaya çalıştığı bu yere kazımak, bunlar asıl olarak istediği şeylerdi. Eğer bunları yapmaya çalışmazsa, kendine verilmiş bu yegane fırsata büyük ihanet etmiş olurdu. Ryouta'nın düşünce şekli böyleydi. Verilen bir şans ve bu verilen şansı değerlendirmek; bu dünyaya geliş amacı farklı bir şey olamazdı.
Yansıması suyun üzerine vuruyordu. Normal şartlar altında da dağınık olan saçları, iyice dağılmış, yer yer havaya kalkmış, yer yer de kendi ekseni etrafında bir daire çizmişti. Suratı canlılıktan uzaktı. Daha doğrusu, eskisi kadar parlak değildi. En son banyo edeli bir haftaya yakın bir zaman olmuştu sanırım. Gözleri sakin, her zamanki gibiydi. Ama uykusuzluğun getirdiği bir sönüklük de yok değildi. Gözlerinden birer damla yaş çıkarken esnedi. Yavaşça çömelip, ellerini ırmağın suyuna daldırdı. Yansımasını bozarken aldığı suyu, yavaşça suratına çarptı. Yüzünü ovuşturdu, saçlarına çeki düzen verdi. Gözlerine giren suyun verdiği acıyla karışık hazzın tadını yaşadı. Daha sonra matarasını açarak, ırmağın suyuyla doldurdu.
Yarın, tam olarak ikinci ayım olacak, dedi, bir yandan yürürken. Köyden ayrılışına atıfta bulunuyordu. Bu iki aylık periyotta, hiçbir şey yapamamış ve elde edememişti. Kaçma sebebiyle çelişen hareketlere düşmüş, bir çıkmazın içine girmişti. Dünyaya hakim olmalıyım, dedi. Yumruklarını sıktı. Güç, istediği ve aradığı şey buydu. Nereye gitmeliydi? Bunun için neler yapmalıydı? Hâlâ bilmiyordu. Bir arayış içerisindeydi. Düğümü bulmak, daha sonra o düğümü çözmekti asıl mesele. Zor ve çetrefilli bir yoldu bu, fakat yürünmesi gerekiyordu. Yerin üstünde ben, göğün altında yine ben, dedi. Bir gün olacak ki, beni tutamayacaksınız, diye geçirdi içinden.
Yolculuğunun sonunda, rüzgarın esintisininden çıkan hafif sese ve böceklerin vızıltısına başka bir ses daha eşlik eder olmuştu artık. Kendini bir yerleşke içinde buluvermişti. Pek tabii, amacı zaten buraya gelmekti. Gerçi, neden buraya gelmek istediğini de bilmiyordu. Ya da ne yapması gerektiğini. Kendi kendine, niçin buradayım, diye sormuyor da değildi. Fakat bir yerden başlamak gerekiyordu. Burasının da, kendi efsanesinin başlayacağı ilk durağı olduğunu varsayıyordu. Gözleri dükkanların üstündeki tabelaları kesiyor, insan kalabalığını gözlemliyordu. Sesleri dinliyor, kafasında planlar oluşturuyordu. Şimdilik amacı, tabelaları gözlemlemek, dikkate değer bir şeyler aramaktı. Belki biraz para kazanacağı bir iş bulmak veya bir harita satın almak; belki bir sürpriz bulabilirdi. Belki de Kaya ülkesini terk etmeden önce son yeriydi burası. Hiçbir şey bilmiyor ve hiçbir şeyde emin değildi. Bu da onun arayışının bir parçasıydı.
Ağacın tekinin gövdesine yaslanmış bir kişi beliriyordu, sonsuz gökyüzünün altında. Gölgenin serinliğinde, boylu boyunca uzanmış, uyuyordu. Aslında tam olarak uyuduğunu söyleyemezdik. Gözleri kapalı ama zihni açık bir şekilde dünyayı dinliyordu. Var olan güzelliği takdir etmekten ziyade, tetikte olmanın başka bir boyutuydu bu. Maalesef ki, kendine göre normal olan şu an ki durumu, eski kafalı Shinobi ahlakında yasaktı. Vücutlar engellenilse de, fikirler engellenilemezdi. Bunu takiben, Ryouta'nın hürriyet ve güç aşkıyla yanan fikirleri engellenememişti. İstek ve arzularını tatmin etmek için yollara düşüp, arayış içine girmişti.
Dirsekleri ile kendini toplayarak ağaca sırtını verdi. Kafasını kaldırıp, gözleriyle dalları kesti. Parlak ve kırmızı elmaları görünce, suratında ufak bir heyecan belirtisi oluşuverdi. Sabah kahvaltısı için ideal bir besin olacaktı bu elmalar. Ağacın gövdesine orta ayarda bir güçle dirsek vurup, olgunlaşmış olan elmalardan birini düşürüp, avcunun içine aldı. Gömleğine sürerek, üstündeki tozları sildi. Parmak uçlarına aldığı elmayı hafifçe ileri doğru sürerek, güneşe çıkardı. Parlayan görüntüsü gözlerine düştükten sonra büyük bir ısırık aldı. Bem beyaz olan dişleri ile yavaşça çiğnedi. Güzel, diye mırıldandı. Ardından birkaç ısırık daha alıp, elma çöpünü bir köşeye fırlattı.
Yavaşça ayağa kalktı. Üzerine bir göz gezdirip, üstünü başını çırptı. Böcekler bolca bulunuyordu buralarda. İçinde gezinen o küçük yaratıklardan pek haz etmezdi. Yavaşça kafasını sağa sola çevirip, etrafı gözlemledi. Görebildiği ya da hissedebildiği tek bir insan yoktu ortada. Duyulan ve hissedilen şeyler; böceklerin vızıltısı, kuşların cıvıltısı ve her santimetre karesini ferahlatan ılık rüzgardı sadece. Eline geçirdiği misina ile ağacın bir dalını aşağı doğru çekti. Tam 10 elma olana kadar topladı. Ardından misinası geri çekip, ağaca zarar vermeden ayrıldı.
Yavaş yavaş yürüyordu. Adımları, içinde bulunan kararlılığı gibi, güçlü ve sertti. Rüzgar, güneş ve börtü böceğin eşliğinde devam ediyordu. Çevresini dinliyordu, yine az önceki gibi. Takdir edercesine değil. Sanki karanlık ve dipsiz bir mağaranın içine girmiş, oradan her an en korkunç rüyalarında bile barınmayacak bir canavarın çıkmasını bekler gibi. Her an tetikte, her an hazırdı. Bu bir shinobi öğretisi mi, değil mi hatırlamıyor ve bilmiyordu. Sadece bilincinin temeline yazmış olduğu bir savunma mekanizması olduğunun farkındaydı. Bu zihniyetin içindeyken, bir yandan da katur kutur sesler eşliğinde elmalarını yiyordu. Elinde bulunan elmaların yarısını yiyince, sabah kahvaltısını bitirmiş oldu. Matarasından biraz su içti. Şişmiş olan karnına baktı. Sağ eliyle biraz ovuşturdu. Boğazına yapışan gaz birikintisine farkedince, hiç tutmadan salıverdi dışarı. Geğirmesinden sonra ufak bir rahatlama yaşadı. Şişen karnı, az da olsa kendine gelmişti.
Çantasına baktı. Ekipmanları haricinde, az önce aldığı ve henüz yemediği beş adet elmayı gördü. Bunlar sonrası içindi. Yiyecek ayrı bir giderdi. Şu sıralar pek parası olmadığı için doğayı kullanmak, oldukça pratik bir çözümdü. Çantasının içinde uzun zamandır kullanmadığı, alın bandı da duruyordu. Bu alın bandını her görüşünde derin duygular içerisine giriyordu. En çok hissetiği duygu, özlemdi. En çok özlemi de ailesine karşı hissediyordu. Ama yolları farklıydı ailesiyle. Bu yüzden ayrılıkları kaçınılmazdı. Bundan sonrası için her iki tarafın da yapabileceği tek şey; sadece iyi şanslar dilemek olacaktı.
Vücudu ilerlerken, bir yandan da düşünüyordu. Köyü terk edişini ve terk ettikten sonra ne kadar zaman geçtiğini falan. Gökyüzüne doğru kaldırdı kafasını, maviliğin arasında beliren beyaz bulutları gördü. Ulaşılamaz olduklarını düşündü. Herkesin üstünde, kudretli bir varoluş. Tıpkı kendisinin olmasını istediği gibi. Bu dünya büyüktü, Ryouta'nın hayal dahi edemeyeceği kadar. Güçlü insanlar ise sayılamayacak kadar çoktu. Herkes gibi, o da denizde bir balıktı sadece. Bu kadar ufak haliyle, kos kocaman olan denizi nasıl bilebilirdi ki? Ama buna bir cevabı vardı; daha güçlü olmak.
Neden kendisine verilmiş bu fırsatı kullanmamalıydı ki? Ufak bir balık diye, tüm denizi görmek istemek yanlış mıydı? Hayallerin ötesine ulaşmayı düşlemek, kötü bir şey miydi? Bu dünyanın içinde doğmuştu ve bu dünyanın yaşıyordu. Dünyasını tanımak ve ismini tanımaya çalıştığı bu yere kazımak, bunlar asıl olarak istediği şeylerdi. Eğer bunları yapmaya çalışmazsa, kendine verilmiş bu yegane fırsata büyük ihanet etmiş olurdu. Ryouta'nın düşünce şekli böyleydi. Verilen bir şans ve bu verilen şansı değerlendirmek; bu dünyaya geliş amacı farklı bir şey olamazdı.
Yansıması suyun üzerine vuruyordu. Normal şartlar altında da dağınık olan saçları, iyice dağılmış, yer yer havaya kalkmış, yer yer de kendi ekseni etrafında bir daire çizmişti. Suratı canlılıktan uzaktı. Daha doğrusu, eskisi kadar parlak değildi. En son banyo edeli bir haftaya yakın bir zaman olmuştu sanırım. Gözleri sakin, her zamanki gibiydi. Ama uykusuzluğun getirdiği bir sönüklük de yok değildi. Gözlerinden birer damla yaş çıkarken esnedi. Yavaşça çömelip, ellerini ırmağın suyuna daldırdı. Yansımasını bozarken aldığı suyu, yavaşça suratına çarptı. Yüzünü ovuşturdu, saçlarına çeki düzen verdi. Gözlerine giren suyun verdiği acıyla karışık hazzın tadını yaşadı. Daha sonra matarasını açarak, ırmağın suyuyla doldurdu.
Yarın, tam olarak ikinci ayım olacak, dedi, bir yandan yürürken. Köyden ayrılışına atıfta bulunuyordu. Bu iki aylık periyotta, hiçbir şey yapamamış ve elde edememişti. Kaçma sebebiyle çelişen hareketlere düşmüş, bir çıkmazın içine girmişti. Dünyaya hakim olmalıyım, dedi. Yumruklarını sıktı. Güç, istediği ve aradığı şey buydu. Nereye gitmeliydi? Bunun için neler yapmalıydı? Hâlâ bilmiyordu. Bir arayış içerisindeydi. Düğümü bulmak, daha sonra o düğümü çözmekti asıl mesele. Zor ve çetrefilli bir yoldu bu, fakat yürünmesi gerekiyordu. Yerin üstünde ben, göğün altında yine ben, dedi. Bir gün olacak ki, beni tutamayacaksınız, diye geçirdi içinden.
Yolculuğunun sonunda, rüzgarın esintisininden çıkan hafif sese ve böceklerin vızıltısına başka bir ses daha eşlik eder olmuştu artık. Kendini bir yerleşke içinde buluvermişti. Pek tabii, amacı zaten buraya gelmekti. Gerçi, neden buraya gelmek istediğini de bilmiyordu. Ya da ne yapması gerektiğini. Kendi kendine, niçin buradayım, diye sormuyor da değildi. Fakat bir yerden başlamak gerekiyordu. Burasının da, kendi efsanesinin başlayacağı ilk durağı olduğunu varsayıyordu. Gözleri dükkanların üstündeki tabelaları kesiyor, insan kalabalığını gözlemliyordu. Sesleri dinliyor, kafasında planlar oluşturuyordu. Şimdilik amacı, tabelaları gözlemlemek, dikkate değer bir şeyler aramaktı. Belki biraz para kazanacağı bir iş bulmak veya bir harita satın almak; belki bir sürpriz bulabilirdi. Belki de Kaya ülkesini terk etmeden önce son yeriydi burası. Hiçbir şey bilmiyor ve hiçbir şeyde emin değildi. Bu da onun arayışının bir parçasıydı.