Page 1 of 1

[Kusagakure] Cepheden Dönüş

Posted: June 25th, 2019, 1:13 am
by GM - Naruto
ImageImage
Güvenli koridoru oluşturan ekibin birer üyesi olarak, köye dönenler arasında son sıralarda yer alıyorsunuz ikiniz de. Ciddi düzeyde herhangi bir yaralanmanızın olmayışı ve kondisyonunuzun yerinde olması bu görevin altından da sorunsuzca kalkabilmenizi sağlıyor. Eşlik etmeniz gereken arabalar olduğu için normal shinobi koşu temponuzun oldukça altında seyreden bir yürüyüşle nihayetinde köye vardığınızda basit bir sağlık kontrolünden geçiriyorsunuz. Göreviniz esnasında aldığınız minik çizik ve kesikleriniz geçirdiğiniz günlerde sargılanmış ve iyileşmekte olduğu için yapılan tek şey sargılarınızın yenilenmesi oluyor. Köyde askeri işgücü ciddi manada azaldığı için ilk bir haftanızı oldukça yoğun tempolu geçiriyorsunuz. Aralıksız nöbetler, bir takım belge işleri ve koşuşturmayla hızlıca geçiyor günleriniz.

Zaman ilerledikçe, ölü ve yaralı listeleri netleşmeye başlıyor. Yağmur Ülkesi sınırında geniş bir güvenli alan oluşturulduğu, shinobilerin bir kısmının köye dönmeyerek bölgeyi kontrol altında tuttuğu haberleri yayılıyor. Bununla birlikte, hafif yaralı shinobilerin iyileşip köydeki görevlerinin başına dönmeleri iş yükünüzü bir nebze olsun azaltıyor. Toplu bir cenaze hazırlığı başlıyor köyde. Pektabii, size de bu hazırlıklarda görev düşüyor.

Köy, günler geçtikçe normalleşmeye başlıyor. Yine de bir şeylerin normal olmadığını kolaylıkla farkedebiliyorsunuz. Hem köyde, hem de sizde. İş yükünüz azalmaya başlayıp kendinizle başbaşa kaldığınızda kafanızdaki düşüncelere zaman ayırma fırsatı buluyorsunuz. Ne olduğunuzu, ve gerçekte ne olmak istediğinizi düşünüyorsunuz. Henüz kafanızda bir şey netleşmemiş olsa da, birbirinizin aynı düşünceler içinde olduğunu anlamanız çok zor olmuyor. Yine de, bu düşünceler kelimelere dökülmüyor şimdilik. Hazır olduğunuzu hissetmiyorsunuz henüz.





Image
Bittiğini sandığın her anda başka bir köşede buluyorsun kendini. Vagonlara taşıdığınız yaralıların durumunu stabilken, yeni gelen yaralılara harcadığınız süre sağlam olanı tekrar bozuyor. Yüzlerden daha çok kanlı bölgeleri yakalıyor gözlerin. Bir süre sonra bilinçli hareket etmediğini farkediyorsun. Herşeyi bir robot edasıyla yapıyor, herkese harcayabileceğin en az enerjiyi harcayarak devam ediyorsun. Uzun süren yolculuğu hatırlamıyor, bilincini hastanede, pis bir yatakta tekrar kazanıyorsun. Yorgunluktan çökmüş vücudun, başkaları tarafından bakım görmüş durumda.

Dinlenmeye çok fırsatın olmuyor, belki yarım gün. Bu günün sonunda, eline tutuşturulan bir kağıt parçasında yeni çalışma düzenin belirtiliyor. Medikal yetiye sahip tüm shinobilerin görev yerleri ve saatlerinin belirlendiği bu kağıt, bilincini tekrar kapatmana sebep oluyor. Hastaneden ayrılmıyor, kazanabildiğin tüm enerjiyi tekrardan işine odaklıyorsun.

Tek işinin yaralılarla ilgilenmek olmasını dilediğin anlar da oluyor. Yakınlarının durumunu öğrenmek için hastaneye akın eden siviller seni daha çok yoruyor. Hayaletlerin peşini kovalayan bitkinler ise zihnini kara bulutlarla kaplıyor.

Görev yerinde normal ziyaretçilerinin dışına iki grup tarafından rahatsız ediliyorsun. İlki, yanında iki chunin ile birlikte, ismini hala bilmediğin Gyaku’ya yapışık kadın olurken; ikinci gelen iki kişilik bir ANBU ekibi oluyor. İki grup da tüm operasyonun detaylarını alıyor, Kizashi’nin ağzından çıkan her bir cümleyi eksiksiz iletmeni, her hareketini en ufak ayrıntısına dek anlatmanı istiyor. Standart raporlarından çok daha güç bir süreç yaşatıyor bu sana, zira sorgulandığını hissediyorsun. Kizashi hakkındaki soruların ise kısa bir ‘Yaşıyor.’ cevabı ile geçiştiriliyor.

Beş günün sonunda görevlerin hafifliyor, istirahat etmek üzere yalnız bırakılıyorsun. Kendi yaralarınla ancak bu aralıkta ilgilenebiliyorsun. Hastanede geçirdiğin ekstra iki günün sonunda hastane kadrosunun yeterli olacağı cevabıyla birlikte, birkaç psikolojik değerlendirmeden geçtikten sonra hastaneden ayrılıyorsun. Hastane sonrasında sakin yaşamına tekrar adapte olmaya çalışıyorsun. Günler önce içine daldığın kaostan sonra çok kolay olmuyor bu. Zira köyün havasındaki değişiklik rahatlıkla anlaşılıyor. Kazanılan net zafere rağmen havadaki burulukluk kokusu keskin. Keza kendindeki değişimleri gözlemleyecek vakti de buluyorsun. Köy yönetimi ise Yağmur sınırlarındaki güvenli alan ile ilgili aralıklarla güncelleme yaparken, savaşta verilen kayıplar için düzenlenecek cenaze hazırlıklarına başlıyor.





Image
Sağnak yağmur yerini ıslak toprak ve çimen kokusuna bırakırken, bu olağan değişim sembolik bir hal alıyor senin için. Ön cephelerde yer almamana rağmen, savunma hattına dek gelen yanık kokusu çadırlardaki kanla birleşince kurtuluşa eriyorsun adeta. Hissettiğin güven ise, taktığın alınbandını daha anlamlı kılıyor.

Yolculuğun, yaralıların taşıdığı bir vagon konvoyu ile sonlanıyor. Köy sınırları, sizi ana yerleşim merkezine yönlendiriyor. Köye dönen her bir shinobi, ikinci savaşını burada veriyor. Yakınlarının sağ kaldığını görenlerin sevinç çığlıkları yine yakınlarının ölüm haberini alan insanların haykırışlarıyla karışıyor. Senin için ise taraf seçmek zor. Savaş alanında ölen insanları, shinobilik değerleriyle onore edebilirdin belki. Fakat sen bunu görmedin. Gördüğün şey; savaştan kopup gelen, can çekişen, belki zorunluluktan ölüme terkedilen insanlar. Acı dolu haykırışları daha bir kuvvetli duyuyor kulakların.

Cephedeki sorumlu insanlar gerekli raporları vermek üzere Kusa-chou binasına ilerlerken çoğu shinobi dağılıyor yerleşim merkezinde. Sen ise içinde bulunduğun vagonla birlikte hastanenin yolunu tutuyorsun. Tedavi için taşınırken gözlerin Susumu’yu yakalıyor. Sırtına geçirdiği katanan ile birlikte, yoktan var ettiği enerjisini en iyi yaptığı işi icra etmek için kullanıyor. Alt katlarda bir odaya taşınıyor, standart prosedürler atlatıldıktan sonra istirahat etmek üzere yalnız bırakılıyorsun. İhtiyacın olan da bu zaten. Aldığın ağır yaraların birkaç günde iyileşmeyeceğinin bilincindesin. İyileşse dahi, eski enerjini kazanmak için uzun bir süreye ihtiyaç duyduğunu biliyorsun. Verimli geçiyor, ara ara bölünüyor. Seni merak eden ziyaretçilerin dışında, raporunu birebir almak için iki grup geliyor odana. İlki, yanında iki chunin ile birlikte, ismini hala bilmediğin Gyaku’ya yapışık kadın olurken; ikinci gelen iki kişilik bir ANBU ekibi oluyor. İki grup da tüm operasyonun detaylarını alıyor, Kizashi’nin ağzından çıkan her bir cümleyi eksiksiz iletmeni, her hareketini en ufak ayrıntısına dek anlatmanı istiyor. Standart raporlarından çok daha güç bir süreç yaşatıyor bu sana, zira sorgulandığını hissediyorsun. Kizashi hakkındaki soruların ise kısa bir ‘Yaşıyor.’ cevabı ile geçiştiriliyor.

Geçen günler boyunca ölen isimler netleşirken sende sağlığını tekrar kazanıyor, bir haftanın sonucunda savaşın getirisi olan psikolojik değerlendirmeler sonrasında hastaneden ayrılıyorsun. Hastane sonrasında sakin yaşamına tekrar adapte olmaya çalışıyorsun. Günler önce içine daldığın kaostan sonra çok kolay olmuyor bu. Zira köyün havasındaki değişiklik rahatlıkla anlaşılıyor. Keza kendindeki değişimleri gözlemleyecek vakti de buluyorsun. Köy yönetimi ise Yağmur sınırlarındaki güvenli alan ile ilgili aralıklarla güncelleme yaparken, savaşta verilen kayıplar için düzenlenecek cenaze hazırlıklarına başlıyor.





ImageImage
Kumo’nun ölümü. Karanlıkla kaplanan gökyüzü, karanlığa gömülen toprak. Vücudunuzu delip geçen silahlar, kazıklar. Gyaku’nun kafasına saplanan tantou. Çevreye dağılan insan vücutları. Üzerinize atılan, alevlerle kaplı Jashin taraftarları.

Bayılmak belki dinlenmek için bir fırsat olabilirdi sizin için. Gyaku nefesinizi kestiği anda belki gözünüzü köyünüzde, evinizde açacağınız hızlandırılmış bir evre olacaktı. Ancak bu baygınlık sizi tekrar karanlıkla baş başa bırakıyor. Karanlık zihninizi yavaşça ele geçiriyor. Zihniniz ise, savaşın en acı anlarını sanki tekrar tekrar, zevk alarak tekrarlatıyor size. Görüntüleri ‘Teki’ ya da Sakuma olarak tekrardan yaşamıyorsunuz. En azından Teki’nin, Sakuma’nın bu kadar korkmayacağını biliyorsunuz. Göğü kaplayan siyahlığın, alanı cehenneme çeviren siyahlının, karanlığa gömülen dostlarınızın sizi bu kadar korkutmayacağından çok çok eminsiniz.

Ve artık Teki yahut Sakuma olmadığınızı o anda farkediyorsunuz. Kalbinize dolan korku, şüphe karanlıkta süzülen bedeninizi tir tir titretiyor. Farklı zamanlarda çığlıklarla, tepinmelerle açtığınız gözleriniz Kusa alınbandı takan dört kişiyi yakalıyor. Her biri bir uzvunuza çökmüşken Gyaku’nun eli tekrar kafanıza yapışmış duruyor. Sakinleşiyor, korkunuzla aranıza örülen duvarı izliyorsunuz. Baş kısmında bulunan birisi, göz kapaklarınızı sonuna dek açıyor. Başınızın hemen üstünde sallanan gaz lambasından başka hiçbir şey görmüyorsunuz. Konuşamıyor, hareket edemiyorsunuz. Işık size çekilmez bir baş ağrısı bahşederken, karanlıktan kaçabildiğiniz için şükrediyorsunuz. Duyduğunuz yabancı bir ses ise karanlık içerisinde ikinci bir cephe açıyor.

’Ölseler daha iyiydi.’

Ve sonrası daha büyük bir karanlık. Köye hiç bilmediğiniz bir yoldan, tekinsiz bir saatte giriyorsunuz. Göremediğiniz bir binanın, göremediğiniz bir kapısından giriyor, inilebilecek en alt kata, ışığın ulaşamadığı mahzenlere dalıyorsunuz.

Vücudunuz derin bir uyku çekerken zihniniz her saniye uyanık gibi. Zihninizde birilerinin dolaştığını hissedebiliyorsunuz. Tekrar tekrar gözlerizin önünde dönen sahneler başkalaşıyor. Gyaku’nun ölümü, tekrar dirilmesiyle birleşiyor. Sakuma’nun karanlığa gömülmesi karanlıktan arınıyor. Vücuduna saplı birkaç silah ile, abartı bir tepki ile yere düştüğünü görüyorsunuz. Gök karanlıktan arınıyor, kara bulutlarla kaplanıyor. Zemin aydınlanıyor, kanla kaplı bir gölete dönüşüyor. Siyahlının kurduğu gerçeklik, gerçek olan gerçek ile yer değişiyor.

Vücudunuzu hissediyor, olabildiğince aydınlık hastane odasında uyanıyorsunuz. Harap olmuş vücutlarınızdan çok, düşünmeyi dahi güçleştiren bitmiş zihinlerinizde boğuluyorsunuz. Kafanızı yana çevirdiğinde ölüden farksız hallerinizi görebiliyorsunuz.. Soluk güneş ışığı yetmemiş olacak ki, odanın dört bir yanına koyulmuş yapay ışık kaynakları koyulmuş. Baş ağrınız harlanıyor. Gözleriniz, kapının yanında bulunan dolaba kilitleniyor. Alt kısmında kalan karanlık bölge. Gözleriniz istemsizce oraya gidiyor, sizi yavaşça içine çekiyor. Tabuta tekrar girdiğinizi, tekrardan karanlığa gömüldüğünüzü hissediyorsunuz.

Zihniniz toparlıyor, kafanızı duvara dönerek uykunun sizi bulmasını bekliyorsunuz. Kaybolan gün kavramın toparlanmıyor. Birileri sizi ziyarete geldi mi bilmiyorsunuz. Aileniz ? Duymadınız, görmediniz. Zihninize atabildiğiniz tek bilgi, birkaç kez odanıza giren medikal ninjanın talimatları oluyor. Yaşadığınız travmayı zamanla atlatacağınız, bu süreçte sanrılarını tetikleyen karanlıktan olabildiğince uzak kalmanız gerektiğini söylüyor. Birkaç gün daha hastanede kalıyor, ışıklarla süsleyeceğin yaşamınıza geri dönüyorsunuz.

Dönüşünüz ise başka sancılı bir aralık. Cepheden sizi ulaştıran kişilerin gördükleri manzara, sizin ölü olarak ilan edilmenize sebep oluyor. Sizi taşıyan grup ise bu teze fazlasıyla destek oluyor. Ölseler daha iyiydi. Nereden kurtulduğunuzu, zihninizle oynayan kişinin ne yaptığını bilmiyorsunuz. Bilmediğiniz gibi, neden karanlığa çekildiğiniz hakkında bir fikriniz de yok. Elinizdeki tek ipucu aldığınız talimat. Karanlıktan uzak durun.

Hastane sonrasında sakin yaşamınıza tekrar adapte olmaya çalışıyorsunuz. Sizler için ekstra zor oluyor bu. Geceleriniz kâbuslarla süslenirken, gündüzleri gecenin yıkıntısını toplamakla geçiyor. Köy ise her zamankinden farklı, zaferle dönülen savaşa rağmen her şeyi bir karaltının sardığını anlayabiliyorsunuz. Karanlık anılardan kaçmayı güçleştiriyor bu. Uzaklaşmak istiyor, size tanınan bu aralığı en verimli şekilde geçirmeye çalışıyorsunuz. Köy yönetimi ise Yağmur sınırlarındaki güvenli alan ile ilgili aralıklarla güncelleme yaparken, savaşta verilen kayıplar için düzenlenecek cenaze hazırlıklarına başlıyor.





Gökyüzü ne kadar karanlıksa, boğazlarınızda oluşan yumru da o kadar karartıyor kalplerinizi. Kiminizin hastanede, kiminizin evlerinde geçirdiği bir haftalık sürecin ardından beklenen gün gelmiş durumda. Cepheden parça parça taşınan ölü bedenler Yıldıztozu arşivlerine katılmak için hazırlanırken zaferin coşkusu da sindirildi yavaşça. Savaşı görenlerin sessizce tuttuğu yas, uğruna savaşılan insanlar tarafından haykırıldı adeta. Disiplinin bozulmadığına ise birebir şahit oluyorsunuz. Kazanılan zaferin coşkusu saklanırken Kusagakure’nin, en azından sizlerin döneminde ilk kez bu denli kenetlendiğini farkediyorsunuz. Tören hazırlıkları shinobiler tarafından sürdürülüyor, sivil halk ise elinden geldiğince destek oluyor. Oldukça sade bir tören yapılıyor. Yeni Kusachou Shiba Gyaku önderliğinde ileri gelen shinobiler, chuunin ve geninler, akademi öğrencileri, sivil halk, köy nüfusunun neredeyse tamamı orada. Mezarlıkta yapılan bu tören, yaşamış olduğunuz her şeyin tekrar tekrar gözlerinizin önünde canlanmasına sebep oluyor. Kayıp giden hayatlar, bir amaç uğruna. Amaca ulaşılabilmiş olması ise belki de tek teselliniz.

Off Topic
Out: Tüm katılımcılar birer tur rp dönsün, bu savaşı bitirelim.

Re: [Kusagakure] Cepheden Dönüş

Posted: June 25th, 2019, 2:14 pm
by Kurosawa Haru
Yalnızdı odada, yok olsa kimsenin fark edemeyeceği büyüklükte bir yalnızlığın içindeydi. Kederden yerin dibine girse eksikliğini kimsenin hissedemeyeceği bir boşluktaydı. Vicdan azabından ölüp gitse, kırıklığından dursa artık kalbi, kimse anlamazdı bile. Varlığın en dik uçurumlarından düştüğünde onu tutacak ne vardı ki bu hayatta?

Bir kış akşamı, rüzgar her zamankinden soğuk esiyor ve hayat her zamankinden yavaş akıyor. Köy daha eksik, burası ne zaman kapkaranlık bir mahzene döndü? Mutlu insanların bulunduğu, çocukların ara sokaklarında eğlendiği bu köyün sokakları ne zaman bir matem sunağına dönüştü? Bir kış akşamı kar saçlı kız yine günahlarının affedileceği, kefaretinin ödeneceği günü bekliyordu. Öyle bir gün hiçbir zaman gelmeyecek.

Ağlamaktan kuruyan göz pınarları ne zaman bıraktı çalışmayı? Veya, kaç kere düşündü intihar etmeyi, kendine itiraf edemese de kaç kere geldi aklına bu hayatı temelli bırakıp gitmek... Bu dünyada yerini bulamayanlar ne yaparlar? Bu dünyada yeri olmayanlar sessizce terk edebilirler mi? Yoksa amaçsızca, yalnızca bulunurlar mı, bir amaç onları alana kadar? Kaç gündür yatağında yatmıyorsun Haru, kaç gündür dışarı çıkmıyorsun? Kaç gündür acıyorsun kendine, tekrar tekrar öldürüyorsun kendini Haru?

Sırtı, kolları ağrıyordu. Saçları darmadağın, kim bilir kaç gündür duş almıyor, öylece yatıyor odanın ortasında, parkelerin üzerinde. Camı bile kapatmıyor, içeri giren soğuğa aldırmıyor. Umrunda da değil zaten hasta olup olmamak, zorlanmak ya da zorlanmamak, ölmek ya da hayatta kalmak. Yaşananları hiçbir şey değiştirmiyor, özür dilemek düzeltmiyor hataları, düşünmek geri getirmiyor ölenleri. Binlerce mızrak bile saplansa narin bedenine, bu acıdan daha büyük olamaz.

Bu korkunç makinenin çarklarının arasında kapana kısıldım. Ve bu makine ölüyor.

Kim arındırabilir ki onu işlediği günahlardan, yukarıda günahları affedebilecek bir Tanrı mı var sanki, barışı ve sevgiyi getirecek bir güç onları mı seyrediyor? Seyretse Haru’nun böylesine vahşi biri olmasına izin vermemeliydi. En azından Haru kendini buna inandırıyordu. Böylesine kalabalık bir dünyada bile yapayalnızdı Haru. Sırtını dayayabileceği tek bir kayası bile yoktu. Bazen uyurken tek göz evi o kadar büyük geliyordu ki gözüne, içine yüzbinlerce insan sığabilecekmiş gibi.

Hafifçe bir kar yağıyor dışarda, sokakları beyaza boyuyor. Karla kaplanıyor taşlar, eriyecek bile olsa birkaç saniye sonra. Bu korku sunağında dökülen gözyaşları eritmeye yetiyor zaten yağanları. Tüm bu kar bile Haru’nun günahlarını kapatmaya yetmez. Dünya üzerindeki hiçbir örtü yere düşürdüğü bedenleri saklayamaz.

Uyandığı zaman bugün hangi gün olduğunu fark etti Haru. Takvime bakmasaydı onu da bilemezdi, zaman kavramını kaybedeli birkaç gün oluyordu zaten. Kaç gündür evdeydi, kaç gündür aynı pozisyondaydı, saymayı bırakmıştı. Saçları mahvolmuştu, kaç gündür taramıyordu onları? Ne yediğini bile unutmuştu, zaten birkaç kilo vermişti bir haftada, ama bunu kendisi fark edemiyordu. Yerden kalkarken bile zorlandı, havada bir iki taklayı zorlanmadan atabilen kız.

Üstündekileri çıkarırken bile zorlandı. Üzerine yapışan tüm günahlar eriyip gidene kadar içeride kaldı, en azından kendini buna inandırdı. Bir insanın dokunmaya zorlanacağı bir sıcaklıktaydı su, günahların kefareti böyle kolay ödenebilseydi herkes çok daha mutlu olabilirdi. Ama bu evde mutluluğa yer yoktu.

Giydiği kıyafetlere hiç dikkat etmeden gardırobundan iki üç parça kıyafet aldı, dışarıdaki havaya dikkat etmeden giyindi, üzerine de parkasını geçirdi. Dışarı çıktı, evinin anahtarını bile almayı unutmuştu aslında. Gerçeklik algısını bile kaybeden birinden beklenebilecek bir dalgınlıktı. Onu bile fark etmeden mezarlığa doğru yürüdü. Öylesine yorgundu ki, adımlarının nereye gittiğini bile unutuyordu bazen.

Mezarlığın genişlediğini fark etti Haru en başta, içi anlatılamaz bir karanlığa büründü ölülerin arasında dolaşırken. Mezar taşlarının arasında yürüyüp kalabalığın arasına doğru elinden gelen en yavaş hızda yürüyordu. Tanıdıklarının yaşlı akrabalarını da gördü, görevlerde yitip giden gencecik çocukları da gördü. Ölümden başka hiçbir şey yoktu burada. Ne bir his, ne yaşanmışlıklar, ne duygular... Sadece ölümün tozlu dehlizlerinde dolaşıyordu adım adım. Kendi mezarını ararcasına. Kalabalığa karışmadı Haru, arka saflarda durdu. Gözden uzaktı, kimsenin yanına gelmesini istemiyor gibiydi, ama düşünceleri o kadar boğuk ve karmaşıktı ki, ne istediğini bilmiyordu. Jouichirou burada mıydı? Ya da Susumu, Iori, veya aklına gelmeyen birçok isim... Hiçbirini görmek de istemiyordu aslında, niye burada olduğunu bilmiyordu bile. Yitip giden askerlerin mezarlarına uzaktan bakarken gördüğü tek şey kendisinin öldürdüğü insanlardı. Bu ağırlığı daha fazla taşıyamıyordu. Gözleri dolu dolu olmuştu tekrar, Kumo’nun mezarını aramaya çalışırken uzaklarda. Onun yerinde olabilirdi, yaptıklarının sorumluluğunu düşünemeyeceği bir yerde, acı çekemeyeceği bir yerde.

Ölüm ulaşılabilir bir şeydi aslında. Acıdan uzak, kederden, elemden, karanlıktan uzak. Aydınlık var mıydı perdenin ardında? Süzülen gözyaşlarının ıslattığı yanaklarını tekrardan hissetmeye başlayan Haru, ölümün rahatlatıcı sıcaklığını buna benzetti. Öldürdüğü insanların yüzünü bile hatırlayamamanın verdiği o korkunç yükün altından böyle kalkabileceğini düşünüyordu. Bu mezarlar da bir gün solgun yaprakların altında kaybolup gidecekler. Bir gün onları da kimse hatırlamayacak. Bir gün Haru’nun tanıdığı herkes unutulup gidecekti. O zaman nedendi bu savaşlar? Nedendi bu pis düzen? Sessizce ağlamaya devam etti Haru yitip giden hayatlar için. Sadece bulunduğu toprağın altındakiler için değil, Yağmur ülkesindekiler için de ağladı. Ne elde edebilmişlerdi? Onlardan daha iyi eğitilmiş, başka hiçbir farkı olmayan bir Shinobi tarafından öldürülmek için hayatlarını geçirmişlerdi. Ne için?

Bir hiç uğruna yitip giden onca hayat varken, kim kazandığını iddia edebilirdi ki?



Re: [Kusagakure] Cepheden Dönüş

Posted: June 26th, 2019, 7:02 pm
by Kitamura Susumu
Olaylar bitti mi yoksa daha yeni mi başlıyor, kestiremiyorum artık. Birileri bana bir şeyler yapmamı söylüyor, ben ise düşünmeden çoktan o buyruğa başlamış oluyorum. İsimleriyle, yaşlarıyla, kim olduklarıyla birer bütün olan insanlar gelmiyor sanırım önüme: Sadece dikilmesi gereken et parçaları, temizlenmesi gereken yaralar ve paketlenmesi gereken cesetler var gibi. Kaç saat, gün ya da belki de hafta geçti?

O lanet mağaranın çok da kötü olmadığına kanaat getirecektim neredeyse.

Gözlerimi kendi yatağımda açtım. O kadar uzun zaman geçmişti ki burada yatmayalı, aylar oldu zannettim. Halbuki sadece bir, belki iki hafta olmuştu. Hastanede işim biter bitmez kendimi eve, yatağa atmış, saniyesinde uyuyakalıp saatler boyunca uyanmamıştım. Bir iki günlük ev halim arada bir uyanıp çiğ salam atıştırmak, bir şişe suyu kafaya dikmek, bok varmış gibi sigara içip tuvalete gittikten sonra geri yatağa zıbarmakla geçmişti. Normal bir zamanda olsam yatağa banyo yapmadan yaklaştığım için kendime kızardım. Ama aynı zamanda, gene normal bir zamanda eve de dönmezdim aslında. Boş eve döneceğime hastanenin duşlarından birini kullanıp, temiz formalar çalıp sedyenin tekinde kıvrılır uyurdum. Normal bir zamanda zafere rağmen buruk olmazdı mesela sokaklar, hani kutlamamız eğlenmemiz falan gerekiyor ya. Her şeyin anormalleştiği bu zamanda yaptıklarımı artık çok da yadırgamamaya başladım bu yüzden. Varsın, çarşaflar batsın ne olmuş.

Ne kadar zaman geçtiğini kestirmeye çalıştım odada boş boş dolanıp, ayaklarımı açmaya çalışarak. Geç kalıp kalmadığımı anlamaya çalıştım. Hava yeni kararıyor olmalıydı, aşırı yanılıp yeni aydınlanıyor oluşuyla karıştırmıyorsam eğer. Belki de ekip evde oturmaya devam etmeliydim. Hiçbir şey olmamış gibi yapmayı deneyebilirdim. Sobaya biraz odun atıp televizyonu açsam, ışıkları kapatıp saatlerce embesil gibi otursam ne olurdu ki? Beni zorla evden mi çekip götürürlerdi mezarlığa? Zaten, uzun zamandır annemi de ziyaret etmedim. Kızacak bana eminim.

Kafamı sallayarak kendi kendimi ikna etmeye çalışan sorumsuz tarafımı def ettim. Duşa yolladım kendimi, kısa ve sıcak bir duşun ardından kurulandım, giyindim. Siyah uzun kollu bir kazak, siyah bir pantolon, siyah ayakkabılar. Elimde olsa gözümdeki kırmızıları da siyaha çevirirdim, Fuu'nun kalemlerini aşırmak istemedim. Yeterince cenaze tipine bürünmüş olmalıydım.

Saçlarımı kuruttum, derli toplu bir şekilde topladım kapının yanındaki aynada. Kapıyı çektim ve soğuk sokağa atıldım.

Belki de töreni es geçip direkt annemin anı taşına gitmeliydim. Kimse törene katılmadığımı da iddia edemezdi böylelikle. Sadece, mezarlığın farklı bir noktasında olacaktım işte. Bu fikri uygulamaya ne kadar götüm yemese de, kendimi kalabalığa girmeye de hazır hissetmiyordum işte! Ayaklarım geri geri gitmek isterken iyice yaklaştım tören alanına. Tanıdık bir yüz aradım yanına kaçıp, kurtulmak için. Veya boş bir köşe, tünemek ve soyutlanmak için. Yoktu, tören alanındaki insanların birlik oluşuna çekilsem de bir yanım hala kıyıda köşede kalmış hissediyor, eve dönmek istiyordu.

Risa'yı aradım, kardeşlerinin yasını çeken bir kızın yanına kendi derdimden uzaklaşmak için gitmemin ayıp olduğuna kanaat getirip, aramayı bıraktım. Iori'yi arar gibi oldum, çocuğu anımsamanın bende yarattığı hafif öfkeyi anımsayıp, onu da aramaktan vazgeçtim. Kılıcını bulmuş olması bana Fuu'nun hala kayıp olduğunu hatırlatıyor, beni içten içe kızdırıyordu kendi şansıma karşı. Çocuğa gereksiz patlayacağıma yalnız kalırdım, daha iyi.

Aslına bakılırsa, beni sinirlendiren tek şey bu da değildi. Kizashi meselesi, ne idiği belirsiz yazman kadının halleri, saçımın yanan kısımlarını zorla kesmeye kalkışan Kei... Hatta, artık her şeye daha çok sinirleniyorum denilebilir. Hastaneden ayrılıp "inziva"ya geçince keşfettiğim değişimlerimden biriydi bu: Artık daha öfkeli biriydim ve bunu düzeltmeye bu sefer niyetim yoktu. Savaş öncesi depresifliğim, durgunluğum puf olmuş gitmiş ve beni uçan kuşa bile öfkelenir bir halde bırakmıştı. Halim ne olacak, bilmiyorum. Bunu bilmem ve gelecek planı çizmem gereken yaşlardayım artık halbuki.

Son bir kaç dakika daha ayırdım kendime kalabalığa katlanmak için. Son bir kaç dakikayı ölen arkadaşlarımın anısına sakladım saygısızlık etmemek için. Tören bitmese bile kendime arkalarda bir yerlerde yalnız kalmalık yer aramamda sakınca olmazdı böylelikle. Kimse katılmadığımı iddia edemez, kimse erken ayrıldığımı söyleyemez.

Re: [Kusagakure] Cepheden Dönüş

Posted: June 30th, 2019, 8:11 pm
by Kasumikage Teki
Karanlık... Kişinin hayatının başında beri gerçekliğini kabul ettiği bir olgu. Güneşin her dinlenmeye geçişinde maruz kaldığı yoğunluk. İstemsizce güvensiz ve gergin hissetmesini sağlayan korku. Görünüşleri değiştiren, durumları tersine çeviren bir fenomen. Normalde sevdiğiniz bir yeri korkutucu kılan ve önünden geçmemeye çalışmanıza sebep olan neden. Belki de geceleri mezarlıklara girilmemesini sağlayan gerçek. Evlerde mumların ve ışıkların yakılma sebebi. Ölümün daha ciddi, savaşın daha korkunç olma sebebi. Teki'nin gözünde ise daha önce hiç olmadığı kadar korkutucu, hiç olmadığı kadar gerçek...

Savaşın başında beri yaşadıklarını ömrü boyunca unutmayacaktı Teki. Hissettiği duygular kalbine ve ruhuna sertçe kazınmış ve kaydedilmişti. Hiç bir zaman geçmeyecek üzüntüler, utanç ve korku duygusu hep orada kalacaktı. Arkasında Kusagakure ordusu ile koşması. Gyaku sayesinde tam ortasına atladıkları kanlı savaş. Takımı ile ayrı düşmesi. Kumo'nun ölümünü engelleyememesi ve cesedini arkada bırakarak yoluna devam etmek zorunda kalması. Zombi kadın tarafından az kalsın öldürülecek olması. Gücünün tamamen yetersiz ve yersiz olduğunun acı şekilde farkına varması. Çok kişi tarafından ölümden kurtarılmıştı Teki. Öncelikle her zaman yanında olan Kitsune büyük yardımlarda bulunmuştu. Savaş alanında aile yadigarı kılıcını kaybettikten sonra onu tekrar bulduğunda hissettiği kendine güven duygusu savaş gücü vermişti kendisine. Sonrasında yaşanmaya başlayan olaylar ise bir bir tüketmişti Teki'yi. Fuuma sayesinde ölümden kurtulmuştu. Kudretli beyaz kaplan. En az Sakuma'ya yardımcı olduğu kadar Teki'yi de korumuştu savaş alanında. Borcunu kesinlikle ödeyemeyecekti ona Teki. Bir yanı her zaman borçlu hissedecekti kürklü kahramanına. Öbür yandan büyük saygı duyduğu Gyaku... Kahramanının ölümünü izlemişti Teki. O an tüm ruhunu kaplayan çaresizlik duygusu. Unutamayacaktı. Gyaku'nun aslında ölmemesi ve savaş alanına dönmesi anca kendine getirebilmişti Teki'yi. Yine de ruhunda oluşan yara tamamen iyileşemeyecekti. O korkuyu, içini kaplayan o karanlığı kolay kolay atamayacaktı aklından...

Çok can almıştı savaş alanında Teki. Hatta kendinden beklediği performansın üstüne bile çıkmayı başarmıştı. Katanasını her salladığında hedefini bulan saldırıları. Kopan uzuvlar ve akan kanlar. Öldürdüğü kişilerin kim olduğunu bilmiyordu. Kim olduklarını sorgulamıyordu. O an beyni çok basit çalışıyordu. Düşman. Öldür. Dost. Kurtar. Savaş. Canlı çık.

Ejderha vücutlarının üzerindeki savaş. Tek adımı ile ölümün kollarına düşebilme korkusu. Aldığı her can ile kendi hayatını uzattığının bilincinde olarak savaşa devam etme. Sakuma'ya duyduğu gurur. Her zaman dostunu korumak istiyordu Teki. Belki de bu yüzden her zaman Sakuma'yı kendisinden daha güçsüz görüyordu istemsizce. Sanki korunulmaya ihtiyacı varmış gibi. Bu savaş bütün bu duyguları da değiştirmişti. Sakuma'nın gücünü, onun hayatta kalabilme iç güdüsünü bunca yıldır hafife aldığını fark etmişti. Kendisi kanlar içinde zar zor hareket ederken dostu her zaman dim dik duruyordu...

Surların iç tarafı... Tüm duyguların karıştığı ve gerçekliğin kırıldığı son savaş...

Ateş ve suyun dansı. Sakuma ile beraber tüm çadırları ve mancınıkları aleve vermeleri ve önlerine çıkan kişileri ya yakmaları ve parçalamaları. Jashin sempatizanı garip yaratıklar bile mantıklı gelebiliyordu artık Teki'ye. Bu savaş tam anlamıyla değiştirmişti kendisini. Bir daha önceki kişiliğine dönemeyeceğini biliyordu. Her zaman en önemli olarak gördüğü şeyler bile değişmeye başlamıştı. Köy. Kusagakure... Artık eskisi kadar önemi var mıydı acaba bunların?

Işıktan oluşmuş wakizashiler tarafından öldürülmesi. Tüm hayatının sonlandığının bilincine vararak savaş alanını terk etmesi. Halen neden yaşıyordu Teki? Gyaku'nun onu hayata döndürmesine ihtiyacı var mıydı sahiden. Siyahlı adama karşı bir hamle bile yapamamıştı. Sadece onun Gyaku ile savaşmasına seyirci kalmıştı. Şok içinde. Korkarak. Sonrası ise tamamen hengame. Tamamen kontrolü kaybettiği bir savaş. ANBU maskeli ile dövüşü. Ona üstünlük kuramaması. Elinden gelen tüm gücü ile savaşması ancak hiç bir şey yapamaması. Gökten yağmaya başlayan karanlık silahlar. Rakibinin kullandığı karanlık teknikler. Sakuma'yı yutan karanlık. Dostunun yok oluşunu çaresizce izlemen zorunda kalışı. Karanlığın onu ele geçirmeye başlaması. Son çare olarak kullandığı genjutsu bozma hamlesi. İşe yarayamaması...

’Ölseler daha iyiydi.’

Gyaku'nun elini alnında hissedebiliyordu. Tam olarak göremiyor olsa bile hissedebiliyordu Gyaku'nun varlığını. Duyduğu cümle ise büyük bir yara bırakmıştı yüreğinde. Köyü için elinden geleni yapmasına rağmen. Açlık duygusu saygı duygusuna rağmen gözden çıkarılmış olmanın verdiği acı tarif edilemezdi. Yapabilse hıçkıra hıçkıra ağlayabilirdi fakat yapamıyordu. Konuşamıyor ve hareket dahi edemiyordu. Başının üstünde sallanan gaz lambasının yarattığı aydınlık dışında başka bir şey göremiyordu.

Köye nereden girdiklerini bile anlayamamıştı. Sakuma yanında mıydı onu bile bilmiyordu. Ölüp ölmediğinden bile emin değildi dostunun. En azından... Sadece en azından öldüyse bile cesedini kurtarabilmiş olmak istiyordu. Aoba-Sensei ve Rei gibi dostunu ziyaret edebilmek istiyordu. En azından mezarının önünde onunla muhabbet edebilmek ve içini dökebilmek istiyordu.

Beyazın grileşmesi. Grinin kendisini karanlığa dönüştürürken çevresindeki her şeyi yutması ve tamamen bir hiçlik oluşturması. Gerçeği kıran karanlık onu kaldırdığı tahta otururken tamamen ele geçiriyordu her şeyi. Tüm varlığı yokluğa çevirirken Teki'nin yapabildiği tek şey kendisini karanlığın ele geçirmesini engelleyememek oluyordu. Karanlıkta süzülmeye başlatan vücudu sadece düşüyordu. Hızlıca...

Sonunda vücudunu hissedip gözlerini açabilmişti. Ne zamandır bilinçsiz olduğunu veya kaç gündür hastane odasında olduğunu bilmiyordu. Kaç gün olmuştu savaş biteli? Kazanmışlar mıydı? Kafasını çevirdiğinde Sakuma'yı görmüştü. Aynı kendisi gibi ölüden farksız bir şekilde uzanıyordu yatağında. Peki ya diğerleri? Savaş alanına dağılan tüm dostları canlı kurtulabilmiş miydi bilmiyordu. Bizzat Kumo'nun ölümü sayesinde kimsenin güvende olmadığının farkındaydı. Bu sebeple korkuyordu Teki.

Odanın dört bir tarafına konmuş yapay ışık kaynakları sayesinde içerisi aydınlık bir hale getirilmişti. Sadece güneş ışığı yetmiyordu karanlığın yok olmasına. Karanlık... Hiç dikkat etmediği bir olgu tamamen içindeydi Teki'nin. Vücudunda dolaşıyor ve benliğini kontrol ediyordu. Yavaşça harlanmaya başlayan baş ağrısının da etkisi ile gözlerini odada dolaştırmaya başlamıştı. Her ne kadar oda ışıklı olsa da kaçılamayacak karanlık yine oradaydı. Kapının yanında bulunan dolap. Dolabın alt kısmında kalan karanlık bölge. Gözleri ile karanlığa baktığı gibi küçük bölge birden büyümeye başlamıştı. Dolabın altından çıkmış, oda boyunca dağılmış ve sanki kendisine bir vücut bulmuştu. Ele geçiriyordu Teki'yi. Gözlerini bile kırpmadan karanlığa bakıyor ve sadece korkuyordu. Tamamen kendisini kaybetmeden önce zihnini toparlayabilmiş ve duvara dönerek uyuyabilmeyi dilemişti. Uyumaya çalışamıyordu. Çünkü gözlerini kapattığında tekrar karanlık ile karşılaşıyordu. Sadece düz duvara bakarak uykunun onu bulmasını diliyordu. Gelip onu kurtarmasını. Gyaku gibi, Fuuma gibi. Çaresizce bir kez daha...

"Karanlıktan uzak durun."

Sadece bu talimatı alabilmişlerdi. Zihinleri ile oynayan kişinin kendilerine ne yaptığını anlayamadan hastaneden çıkmış ve hayatlarına adapte olmaya çalışıyorlardı. Sakuma ile hastaneden çıktığından beri görüşmemişti Teki. Çünkü hiç bir şey yapamıyordu. Hayatına adapte olmaya çalışıyordu ancak başarılı olamıyordu. Her gecesi kabuslar ile süsleniyor ve karanlık tarafından şiddet görüyordu. Gündüzleri ise yapabildiği tek şey gecenin ona verdiği zararı düzeltmeye çalışmaktı. Bir zombi gibi evin bahçesinde oturup saatlerce güneşe bakıyordu. Gözlerinin kaplandığı acı ile. Yaşlar akıtarak bakıyordu güneşe. Kitsune'yi eline bile alamamıştı. Annesi ve babası ile çok fazla konuşmuyordu. Sadece her gece korkudan tir tir titrerken onların yanında olması sayesinde ayakta kalabiliyordu. Sanki tekrar küçülmüş gibi bazı geceler ailesi ile uyuyordu. Çünkü tek başına gözlerini kapattığı anda tekrar ele geçirliyordu...

Savaş kazanılmıştı. Fakat hem köy hem de Teki karanlığa yenik düşmüştü. Köyün düzeleceğinden emindi Teki. Kusagakure her zaman ayakta kalması başaran bir yerdi. Fakat kendisinden emin değildi. Tekrar eski hayatına dönebilmeyi istiyordu. Savaşın hiç yaşanmamış olduğu bir paralele geçiş yapmak istiyordu. Kurtulabilmek ve en önemlisi gülebilmek istiyordu. Çünkü en son ne zaman gülebildiği sahiden hatırlayamıyordu...

Re: [Kusagakure] Cepheden Dönüş

Posted: July 2nd, 2019, 11:59 pm
by Tsujihara Iori
Hastanede geçen günler kafamı toparlamam için büyük bir fırsattı resmen. Bir kaç ziyaretçim dışında kendimle baş başaydım, yaralarım iyileşirken ben de kafamın arkasına attığım ve düşünemediğim herşeyi bir bir, tek tek işleyebilecek vakti bulmuştum. Susumu'nun diğer yaralılarla meşgul olmasında da bunun büyük bir etkisi vardı tabii, eminim o kadar meşgul olmasa yalnız bırakmazdı beni. Ayağı kalkabilsem ben de ona salça olurdum gerçi ama, gelin görün ki, yatış emrim vardı.

Tabii ki üzülmüyordum bu duruma. Dediğim gibi, işlemem gereken düşüncelerim vardı. Bir çoğu cevapsızdı aslında, veya cevabı artık bilinemeyecek şeylerdi. Bir kısmı ise cevaplanabilir, ancak cevabından hoşnut olmayacağım şeylerdi. Nadir bir kesim ise komple cevabını bildiğim ve rafa kaldırdığım suallerdi, bunlar en çok keyfimi yerine getirenlerdi açıkçası. Tüm bu silsilelerin kafamın içinden akıp gitmesi ile beraber hafiflediğimi hissediyordum. Kafamın bütün sorulara ve bilinmeyenlere karşı verdiği tepkiyi özümsemek ve bunları deneyime dönüştürmek gerçekten bulunmaz nimetti. Milletin tatil dediği, bu olsa gerekti herhalde.

Bu süreçte cevaplayabildiğim en büyük soru, elimden geleni yapabiliyor muyum? idi. Söylediklerimin artık sadece lafta kalmadığını kendime kanıtlamıştım. Kizashi'nin öyle yada böyle hayatta köye dönmüş olması ve kılıcım ile tekrar buluşmuş olmam büyük bir umut kaynağıydı gelecek adına benim için. Haftalar önce gerçekleşen Samito festival baskını aklıma geldiğinde artık o kadar kötü hissetmiyordum açıkçası. Bir şeyler hafiflemişti. Fakat ölenler değil, onlar her zaman aklımın bir kenarında olacaktı. Fakat elimden geleni denediğimi biliyordum artık ve odaklanmam gereken şeyi bulmuştum; eğer istediklerimi beceremiyorsam sınırlarımı aşacaktım. Bir daha böyle bir şey olmasına kesinlikle izin vermeyecek ve Susumu, Yukata ile çıktığımız görevdeki gibi bana söylenenleri bir bir yerine getirebilecek potansiyelde olacaktım her daim. Yoksa ölülerin sayısı git gide artacaktı.

Başkalarının söylediği gibi barış dünyasında değildik. Güçlü ve kuvvetli olanların göreceli olarak daha güvende yaşadığı barizdi, bizim de bu güce ve kuvvete ulaşmamız gerekiyordu. Bir çok kayıp vermiş olsak da bunu başarabilmiştik. Tanıdığım arkadaşlarım sağ çıksa da, Susumu, Teki, Sakuma, Haru ve Jouichirou gibi, fakat bir o kadar da tanıma fırsatı bulamadığım kişi yitip gitmişti.

Sokaklar daha ıssız olacaktı Kusagakure'de, bunda herkes hemfikirdi.

Seremoni gerçekleşirken duruşumu bozmadım. Shinobi üniformamı giymiş, haorimi evde bırakmıştım. Ölüler bir bir arşive kabul edilirken derin bir nefes verdim sakince. Ödenen bedeli kavramaya çalıştım sadece. Buna değmiş miydi? Bir anlığına garip bir düşünce aklımda belirdi. Gerçekten, değmiş miydi? Yanımdaki yarım metrelik boşluğa bir kişi daha sığardı, bu neden Kumo değildi mesela? Neden ölmesi gerekmişti?

Açıkçası, bu benim cevaplamam gereken bir soru değildi. Öyle bir karar verilmişti üstte, bir risk göze alınmış ve harekete geçilmişti. Asıl harekete geçilmese neler başımıza gelecekti, bu muammaydı. Bunun muamma olmasının sebebi de canlarını verenlerdi, daha zor yoldan öğrenmeyelim diye. Asıl sormam gereken soru, böyle bir kararı ben verebilir miydim?

Tekrar baskıladım düşüncelerimi. Bir gün böyle bir karar vermem gerekecekti ve o ana kadar bunu düşünmek bana bir şey katmayacaktı. O güne kadar, elimden geleni ardıma koymayacaktım Kusagakure için ve bunu bilmek bana yetiyordu.

Re: [Kusagakure] Cepheden Dönüş

Posted: July 7th, 2019, 10:53 am
by Kumo Sakuma
Ölmediğini biliyordu.

Surların içinde, siyahlı adamın tuhaf wakizashileri bedenini kaplayan deriyi yüzlerce noktadan delerek iç organlarına ve iskeletine saplanırken öleceğini sanmıştı. Etrafını kaplayan, tüm görüşünü yok eden karanlık bir türlü geçmediğinde ise bir şeylerin sandığı gibi olmadığını fark etmişti. Ölüm, sonsuz ve huzurlu bir uyku olmalıydı. Dünyevi tüm dertlerin tasaların, acıların ve kederlerin, umudun ve hissiyatın yok olduğu nihai bir bitiş olmalıydı. Ama Sakuma ne çektiği zihinsel acıdan kurtulabilmişti, ne de huzur bulabilmişti. Bu bir uyku değildi, baygınlık veya ölüm değildi. Kendi zihninin içerisinde, karanlık bir işkence odasında kapalı kalmıştı Sakuma.

Bu yüzden beklemediği kadar aydınlık olan hastane odasında uyandığı an, bilincini net bir şekilde kazandığı ilk an değildi. Bilincini hiç kaybetmemişti belki de. Cephede düştüğü andan itibaren, yalnızca birkaç saniyeliğine açabildiği gözleriyle gördüğü kadarıyla Kusagakure shinobileri tarafından köye geri getiriliş yolculuğu ve bu hastane odasında kaldığı ve tam olarak ne kadar sürdüğünü bilmediği günler, haftalar ve belki de aylar boyunca, zihni hep uyanıktı. Bedenini hiç kıpırdatmamış olmalıydı, zaten doğru hatırlıyorsa hem dönüş yolu hem de tedavi süresince elleri, bacakları, hatta ağzı bile sıkıca bağlanmıştı üzerinde yattığı yere.

Gyaku'yu hatırlıyordu hayal meyal. Bir çok kez başına çökmüş bir şekilde zihninde gezdiğini, Sakuma'nın karanlık hatıralarını tamir etmeye çalıştığını. Tabii ki farkındaydı Sakuma artık yaşadığı tüm kabusun, siyahlı adam tarafından zalimce, ve kabul etmeli ki dahice, hazırlanmış bir gerçeklik olduğunu. Muazzam bir genjutsu etkisi altında kalmıştı. Ama yaşadıklarının hakikat değil de gözünü boyamış bir teknik olmasını bilmek bile, o an yaşadığı korkunç hisleri zihninden ve kalbinden silmesine yardımcı olamıyordu.

Savaş değildi Sakuma'yı yıkan. Silah arkadaşlarını kaybetmek, yaralanmak, yaralamak ve öldürmek değildi. Kayıp vermek, çaresiz kalmak, pes etmek ve tekrar hırslanmak, bunların sebep olduğu ruh yıpranması da değildi. Gyaku'nun gözlerinin önünde ölmesi, savaşın başından beri onlara umut olmuş yegane kişinin kafatasının parçalanma sesinin beyninin içinde yankılanması değil, insanlık statüleri tartışılır tuhaf yaratıkların yılmadan ve acı hissetmeden üzerlerine doğru alevler içinde koşmaları da değildi. Ölmekti. Ve defalarca.

Ölmek ve sonrasında hiçbir şey olmadığını görmek. Boşu boşuna ölmek. Tüm o çaresizliği, tüm o yok oluşu deneyimleyip, hayatı ve taşıdığı tüm anlamları ardında bıraktıktan sonra bu saçma dünyaya geri dönmekti. Doğduğu andan itibaren biriktirdiği tüm bilgi, deneyim ve duyguların elinden kayıp gitmesi, sonrasında ise hiç beklemediği şekilde bu siktiğimin dünyasına geri çekilerek anlamını kaybetmiş tüm bu birikim ile devam etmek zorunda bırakılmasıydı.

Karanlık ve aydınlığın Sakuma'nın zihninde verdiği bu savaşın ana aktörlerinden biri de Gyaku'ydu. Her öldüğünü sandığında Gyaku'nun eliyle hayata geri dönmüştü ve bunun için Gyaku'ya minnettar mı olması yoksa nefret mi etmesi gerektiğini tayin edemiyordu. Belki sadece ölmüş olsa bu kadar travmatik olmazdı Sakuma için, zaten ölüm tahmin ettiği gibi bir şeyse öldükten sonra hiçbir şeyin anlamı kalmıyordu. Hiç bir zihinsel aktivite kalmıyordu ki travmanın izleri bulunsun. Öte yandan, aslında ölmediği ve bir genjutsunun hakimiyeti altına düştüğü için, Gyaku kendisini uyandırmasa ne olacaktı ki? Gerçekten ölme şerefine nail olmamıştı Sakuma. Öyle ya da böyle gerçek dünyaya geri dönmek zorundaydı. Kesinlikle minnettar olması gerektiğine emin olduğu şey ise Gyaku'nun Sakuma'nın parçalanmış zihnini tamir etme çabalarıydı. Sakuma'nın şahit olduğu tüm kurgulanmış karanlığı aslında olanla, gerçek olan gerçekle değiştiriyordu adım adım.

Gyaku'ya tek bir şey için kızabilirdi, o da eğer Sakuma'nın nasıl bir genjutsu etkisi altında olduğunun farkında ise idi şayet, Sakuma'yı oracıkta öldürmesi gerekirdi. Zaten köye dönüş yolculuğunda seçebildiği ve o andan beri zihninde tekrar tekrar dönen tek bir cümle vardı. "Ölseler daha iyiydi."

Hastane odasının tavanına gözlerini açalı iki saniye geçmemişti ki, o ana dek bedenini kullanamadığı için düşünmekten kaçındığı ama artık teyit edebileceği ve yüzleşmesi gereken gerçek kapladı tüm zihnini. Göz bebekleri küçük birer noktaya dönüşürken başını hızlıca yastıktan kaldırmaya çalışarak başını yana çevirdi. Zihni yüksek sesle "Teki!" diye bağırırken, ağzından kesik bir nefes alış dışında hiçbir ses çıkamadı. Oradaydı Teki. Yanında yatıyordu, ölü gibi yatıyordu ama yanındaydı en azından. Ölü birini hastane odasına yatırmazlardı. Ya da belki ikisi de morgdaydı, kim bilir. Ama beraberlerdi, neyse ki.

Teki'nin yanında olduğundan emin olduktan sonra günlerinin daha rahat geçeceğini ummuştu, ama yanılmıştı. Uyuyamıyor, hem bedenen hem zihnen rahat edemiyor, asla huzur bulamıyordu. Vücudunun karanlığa ihtiyacı vardı belki de dinlenmek için, ama bu hastane odasına asla gece olmuyordu. Odanın tüm köşeleri ek lambalarla aydınlatılmıştı. Bir yeri atlamışlardı gerçi. Kapının yanında duran dolaın alt kısmı. Az da olsa bir kısmı parlak ışıktan kaçabilmiş ve kapkaranlık kalmıştı. Gözbebekleri istemsizce oraya kayıyordu. Karanlığa baktıkça tüm travmalarını baştan yaşıyor, tekrar tekrar ölüp diriliyordu. Yine de kendini alıkoyamıyordu. Zihninin o karanlığa sıkışıp kalmasında tarif edemediği bir zevk ve acıyı aynı anda yaşıyordu. İçindeki melankoliğin cenneti buydu belki de. Yanacağı halde ışığa doğru uçan bir sinek gibi, gözleri hastane odasında karanlık köşeler arıyordu. Huzur veya mutluluk zaten artık hissetmesi mümkün şeyler değildi, belki de zihni en azından bir şeyler hissedebilmek için tekrar tekrar karanlığa gömülecek fırsat arıyordu.

Taburcu olduğunda ilk iş odasının tüm köşelerini aydınlatmak oldu. Karanlığın içinden çıkamayacağı bir kuyu olduğunu biliyordu. Her ne kadar gömülmek istese de, zihnine bu fırsatı vermemesi gerekiyordu. İşini sağlama almalıydı. Işığa takıntılı bir akıl hastası gibi hissediyordu kendini. Kimisi tavanda, kimisi duvarda, kimisi yerde duran boy boy, çeşit çeşit lambalar vardı. Kimisi elektriğe takılı, kimisi pilliydi ki olası bir elektrik kesintisinde beyin ölümü gerçekleşmesin. Tuhaf günler geçirdi bu odada. Teki'yle bile görüşmedi.

İlk defa Gyaku'nun Kusachou'luk görevini üstlendiği törene katılmak için bu odadan dışarı adımını attı. Bu konuda da ne hissedeceğine pek emin değildi. Gyaku'nun bu görevi layıkıyla yerine getireceğine emindi ama, özellikle de cephede gördüğü savaşçıya bakarak. Yine de Nise-sama'nın bu görevden ayrılması tuhaf geliyor, zaten tüm benliği sarsılmışken böylesi bir değişimi kaldıramayabilirmiş gibi hissediyordu.

Mutlu da değildi, mutsuz da. Hiçbir şey hissetmiyor, hayalet gibi süzülüyordu sadece. Bu süreçte, köyünün de kendisiyle aynı ruh halinde olduğunu fark etti. Savaşı kazandıklarını biliyordu, ama bunun coşkusunu veya gururunu pek kişinin yüzünde göremiyordu. Yas tutuyordu köy. Acı çekiyordu. Hem gitgide soğuyan havaların kasveti hem de halkın kasveti birleşmişti. Kusagakure sokaklarında yürürken Sakuma, sanki dev bir duyusal yoksunluk tankına girmiş gibi hissediyordu. Her şey nötr, her şey aynı titreşimde ve aynı frekansta. Tüm köy adeta bir.

Re: [Kusagakure] Cepheden Dönüş

Posted: July 8th, 2019, 8:03 pm
by Moriai Jouichirou
Kül, tüm karamsarlığı ile bırakıyordu benliğini soğuk toprağın üzerine. Toprak külün ilk dokunuşunda biraz da olsa ısınıyor, bir sonraki kül tanesi düşene kadar tekrar bürünüyordu soğuk sessizliğine. Çatırdamalarla düşüyordu köz taneleri aynı toprağın üstüne, en soğuk noktası bile kararıyordu toprağın, közün her çarptığı noktada. Gökyüzüne yükseliyordu bir bulut içinde, köy için hayatlarını veren shinobilerin yaşayacakları ve hayalleri. Ne kendileri vardı artık, ne de hayalleri; etkiyebilecekleri geleceklerin hepsi etkiyemeyecekleri olanlarla değiştirilmişti. Belki de çoktan etkiyemeyecekleri olacak şekilde yazılmıştı gelecek.

Bir an olsun kendi vücudundan uzaklaştı Jouichirou. Küllerin arasına doğru ilerledi benliği, doğru zamanda doğru hareketleri yapmamış olsaydı kendisi de yanan bedenlerin içinde olacaktı. Ölüleri saran ateşi vücudunun etrafında hissetti. Önce derisi gerilmeye başladı, sonra ise pul pul dökülmeye. Derisinin koruduğu dokuları içerdikleri tüm sıvıyı kaybettiler. Aldığı nefes, bir kömür sobasının dumanıymışcasına yakıyordu boğazını. Alev, vücudunu küle çevirmeye başladığında ise artık acı çekmesini sağlayan hücreleri olmadığı için hiçbir şey hissetmemeye başlamıştı. Son hücresi yanana kadar ateşin içinde bekledi benliği. Bu hissettikleri miydi ölü bedenlerin yaşadığı, yoksa onlar çoktan öldükleri için ruhlarını vücutlarından ayıran bir kurtuluş muydu bu? Bilmiyordu... Alevlerin içinden etraftaki kalabalığa baktı. Tanıdığı yüzlerin çoğu etraftaydı hala ama tanımıyor olsa bile ölen birilerinin olması Jouichirou'yu empati yapmaya yetecek kadar etkiliyordu.

İfadesiz suratının yönünü değiştirmeden gözlerini alevlerden uzaklaştırıp etraftakilere çevirdi. Khajaeru ve Ikishi yanıbaşında Haru ile birlikte sessizce ateşi izliyorlardı. Haru, Jouichirou'dan da fazla düşüncelere dalıp gitmiş gibi gözüküyordu. Sessizliği bozacak herhangi bir şey yapmak, ölülere saygısızlık olacaktı. Sustu Jouichirou. Suratındaki ruhsuz ifadeyi bozmadan sessizce seremoniyi izlemeye devam etti.

Çok değil, birkaç hafta önce nefes alan insanlar şu an karşılarında küllere teslim oluyorlardı. Bu anın kendisi için ne ifade ettiğini anlamaya çalıştı Jouichirou. Savaştan sonra nöbette geçirdiği gecelerin çoğunda da aynı şeyleri düşünmüştü. Bir gözü yanından ayırmadığı defterinde, diğer gözü gözlediği alandaydı çoğu nöbet gecesinde. Deftere bakan gözü, hayatın şu an yaşadığından farklı bir anlamı olması gerektiğini söylüyordu kendisine. Etrafı izlediği gözü ise, çocukluğundan bu yana eğitildiği şeyi korumaya devam etmesi için yaşaması gerektiğini söylüyordu kendisine. Ne yapması gerektiğini sormuştu Khajaeru'ya birkaç defa. Ondan aldığı yanıt ise her seferinde aynı olmuştu.

“İlk altıya yemin olsun, Rab sabredenden yanadır.”

Kendi gördükleri yüzünden mi Khajaeru böyle davranıyordu, yoksa zaten biliyor muydu Jouichirou'nun bilmesi gerekenleri emin değildi. İki gerçeklik arasında bir noktada sıkışıp kalmıştı. Ne ileriye gidebiliyordu, ne geriye. Birini bırakıp, diğerine ilerlemekti belki de çözüm. Lakin ne hangisini seçeceğini ne de yürüyeceği yolu biliyordu.

Son nöbetini de teslim ettikten sonra yapılacak seremoni için hazırlanmak üzere evinin yolunu tutmuştu. Köyde kasvetli ve ağır bir hava, oldukça yoğun bir sessizlik vardı. Sanki herkes sadece yapması gereken işi yapıyor ve tek bir kelime bile etmiyormuş gibiydi. Yaşayan robotlara dönüşmüş insanların içinden sakin adımlarla eve girdi. Üzerine resmi shinobi kıyafetlerini giydi. Askıda duran cübbesine baktı. Görevden sonra tekrar giymemiş ve hatta yıkamamıştı bile. Omuz ve göğüs bölgesinde kan lekeleri, genelinde ise yoğun bir çamur kahverengisi mevcuttu. Evden çıkıp cenazenin yapılacağı bölgeye geldiğinde ise, seremoni için dizilmiş bedenleri izlemeye başladı. Ateşin yakılacağı saat geldiğinde ise, herkes ne yapacağını çoktan biliyormuş gibi yerlerine geçti ve dizilen bedenleri ateşe verdiler. Ateş harlandıkça, bedenler önce kapkara dumanlar çıkarıyor ardından ise yerini grimsi küle bırakıyorlardı.

Kül, tüm karamsarlığı ile bırakıyordu benliğini soğuk toprağın üzerine...