Çürük Kokuları
Posted: July 27th, 2019, 5:27 am
Karşısına neler çıkacağını veya nelerden feragat etmesi gerektiğini bilmeden yabancısı olduğu topraklar üzerinde attığı peşi sıra adımlarla ilerliyordu yolculuğu. Ritmik adımlarının donmuş ve karlı toprak üzerinde çıkardığı hışırtılar ve üzerinden geçip giden soğuk kış esintilerinden gelen ıslıklar kulaklarına birer ninni gibi nüfuz ediyordu. İnce bedeni yorgun düşmüş, üşümüş ve kaybolmuştu. Onu bu karanlık dolu yolda ısıtabilecek yegâne şey meşalesiydi ve öylede oluyordu. Gözlerini kamaştıran meşalenin alevleri tıpkı beyaza bürünmüş toprak üzerindeki gölgesi gibi savruluyordu. Donuk ifadesi üzerine yerleştirilmiş ve gecenin karanlığında fark edilmeyen gözleri önündeki hiçliğe bakıyordu. Hiçlik... Sevmişti bu ifadeyi ve hafifçe sırıtarak ‘’Hiçlik.’’ diyerek dışarıya yaymıştı sevincini. Hiçliğin sonrasını merak ediyordu. İçinde bulunduğu karanlık hiçliğin içerisinde ilerleyen ve onu ait olması gereken topraklara çıkaracak bir yol olabilir miydi? Naegi bunları düşünüyordu donuk ifadesinin arkasında.
Toprağa temas eden her yeni adımında gözlerinin önündeki sahneler değişiyordu. Uzun bir süredir uyumuyordu ve göz altlarından sarkan mor torbalar bunları kanıtlarcasına duruyordu. Uykuya ihtiyacı olmadığına inanmaya başlamıştı. Gözlerini her kapattığında güneşin yer yüzüne temas eden ilk ışınlarına kadar savunmasız şekilde farklı bir gerçekliğin içerisinde kapana kısılıyordu. Gözlerinin önündeki sahnelerin değişmesinin nedeni de bu olabilir miydi? Naegi kendisi için var olan iki gerçekliğin iç içe girdiğine inanıyordu. Eğer elindeki meşale biraz daha güçlü olsaydı. Hiçliğin içerisine saklanmış karanlık kabuslarına aydınlatabilir ve hepsi çırılçıplak dünya gözüyle görülebilirdi. Onları kendi karşılarına çıkmak için yaratmıştı Naegi. Yok olan geçmişin birer parçaları olduğuna inanmıştı uzun bir süre fakat sonradan öğrenmişti ki geçmişi diye bir şey var olmamıştı. Var olsa da tekrar bir araya birleştirilemeyecek kadar ufak parçalara bölünmüştü.
İlerlemeye devam etti karanlığın içerisinde. Elindeki güçsüz meşalenin aydınlattığı mesafeden ötesi tamamen karanlıktı. Her bir adım attığında kâbusları ona biraz daha yaklaşıyordu. Karanlığın içerisinden turuncu ışıkların içerisine ilk önce ölüm girmişti. Bir soytarının kıyafetlerini benimsemişti Naegi’nin karşısına çıkmadan önce kendisine. Yüzü kırmızı bir maskeyle örtülüydü. Kendisine gülümsediğini hayal etti Naegi. Karşılık vermek için dudaklarını hafifçe yana açtı. Ölüm sisler içerisinde Naegi’nin içerisinden geçip giderken sırasını bir başkasına devrediyordu. Kendisi girmişti bu sefer turuncu ışıkların içerisine. Elinde tuttuğu kazığa geçirilmiş üç tane cesetle ilerliyordu. Cesetlerden birisi kendisine, diğer ikisi ise hayal meyal hatırladığı akademideki arkadaşlarına itti. Tıpkı kendisinden bekleyeceği gibi imgelerle ifade ediyordu derdini. Katlettiği üç cocuğu temsilen seçmişti üç cesedi. O çocukları öldürmeyi isteyip istemediğini hatırlamıyordu ama o sırada kendisini öldürdüğünü biliyordu bu yüzden kazıktan aşağı damlayan kanların arasında onun da kanı olmalıydı...
Kabusları ve korkuları birer birer karşısına çıkmaya devam ederken Naegi yürümeye devam etti. O yürüdükçe anıları çantasında birikiyordu. Annesi çıkmıştı karşısına. En azından o olduğuna inanıyordu. Işığın aydınlatamayacağı bir karanlıkla kaplıydı yüzü fakat üzerindeki eskimiş kimonoyu hatırlıyordu. Sesi kulaklarına ulaştığında gözlerinden dökülen birkaç damlaya engel olamamıştı. İlerlemeyi bırakmış ve sorgulamaya geçmişti. Hangi gerçekliğe ait olduğunu sorgulamaya çalışıyordu bu görüntülerin. Fakat düşünemeyecek kadar yorgun düşmüştü. Birkaç saniye içerisinde yok olmuştu anne Fukase’nin bedeni. Fakat çocukken dinlediği masalları mırıldanan sesi bir süre daha yankılanmaya devam etmişti içerisinde ilerlediği hiçlikte.
İlerlemeye başladıkça çevresindeki mekan da şekil değiştirmeye başlamıştı. Yolunu zorlaştıracak her şey birer birer kayboluyordu. Ağaçlar, bitkiler, çalılar... hepsi peşi sıra karanlığın ve hiçliğin içerisine çekiliyordu. Ta ki sadece kendisi ve adım atabileceği bir zemin kalana kadar yok olmuştu her şey. Ölümün ve yaşamın kesiştiği, iki gerçekliğinin tek bir noktada birleştirilmiş hali bu karanlık yolun ilerisinde olmalıydı. Adımlarını atmaya devam ettikçe Gökyüzünde tek başına parlayan yıldızın ışığını ona yansıtmıştı. Bu yolun onu tüm ruhların ve anıların toplandığı, hiçliğin ötesine götüreceğine inanıyordu.
Toprağa temas eden her yeni adımında gözlerinin önündeki sahneler değişiyordu. Uzun bir süredir uyumuyordu ve göz altlarından sarkan mor torbalar bunları kanıtlarcasına duruyordu. Uykuya ihtiyacı olmadığına inanmaya başlamıştı. Gözlerini her kapattığında güneşin yer yüzüne temas eden ilk ışınlarına kadar savunmasız şekilde farklı bir gerçekliğin içerisinde kapana kısılıyordu. Gözlerinin önündeki sahnelerin değişmesinin nedeni de bu olabilir miydi? Naegi kendisi için var olan iki gerçekliğin iç içe girdiğine inanıyordu. Eğer elindeki meşale biraz daha güçlü olsaydı. Hiçliğin içerisine saklanmış karanlık kabuslarına aydınlatabilir ve hepsi çırılçıplak dünya gözüyle görülebilirdi. Onları kendi karşılarına çıkmak için yaratmıştı Naegi. Yok olan geçmişin birer parçaları olduğuna inanmıştı uzun bir süre fakat sonradan öğrenmişti ki geçmişi diye bir şey var olmamıştı. Var olsa da tekrar bir araya birleştirilemeyecek kadar ufak parçalara bölünmüştü.
İlerlemeye devam etti karanlığın içerisinde. Elindeki güçsüz meşalenin aydınlattığı mesafeden ötesi tamamen karanlıktı. Her bir adım attığında kâbusları ona biraz daha yaklaşıyordu. Karanlığın içerisinden turuncu ışıkların içerisine ilk önce ölüm girmişti. Bir soytarının kıyafetlerini benimsemişti Naegi’nin karşısına çıkmadan önce kendisine. Yüzü kırmızı bir maskeyle örtülüydü. Kendisine gülümsediğini hayal etti Naegi. Karşılık vermek için dudaklarını hafifçe yana açtı. Ölüm sisler içerisinde Naegi’nin içerisinden geçip giderken sırasını bir başkasına devrediyordu. Kendisi girmişti bu sefer turuncu ışıkların içerisine. Elinde tuttuğu kazığa geçirilmiş üç tane cesetle ilerliyordu. Cesetlerden birisi kendisine, diğer ikisi ise hayal meyal hatırladığı akademideki arkadaşlarına itti. Tıpkı kendisinden bekleyeceği gibi imgelerle ifade ediyordu derdini. Katlettiği üç cocuğu temsilen seçmişti üç cesedi. O çocukları öldürmeyi isteyip istemediğini hatırlamıyordu ama o sırada kendisini öldürdüğünü biliyordu bu yüzden kazıktan aşağı damlayan kanların arasında onun da kanı olmalıydı...
Kabusları ve korkuları birer birer karşısına çıkmaya devam ederken Naegi yürümeye devam etti. O yürüdükçe anıları çantasında birikiyordu. Annesi çıkmıştı karşısına. En azından o olduğuna inanıyordu. Işığın aydınlatamayacağı bir karanlıkla kaplıydı yüzü fakat üzerindeki eskimiş kimonoyu hatırlıyordu. Sesi kulaklarına ulaştığında gözlerinden dökülen birkaç damlaya engel olamamıştı. İlerlemeyi bırakmış ve sorgulamaya geçmişti. Hangi gerçekliğe ait olduğunu sorgulamaya çalışıyordu bu görüntülerin. Fakat düşünemeyecek kadar yorgun düşmüştü. Birkaç saniye içerisinde yok olmuştu anne Fukase’nin bedeni. Fakat çocukken dinlediği masalları mırıldanan sesi bir süre daha yankılanmaya devam etmişti içerisinde ilerlediği hiçlikte.
İlerlemeye başladıkça çevresindeki mekan da şekil değiştirmeye başlamıştı. Yolunu zorlaştıracak her şey birer birer kayboluyordu. Ağaçlar, bitkiler, çalılar... hepsi peşi sıra karanlığın ve hiçliğin içerisine çekiliyordu. Ta ki sadece kendisi ve adım atabileceği bir zemin kalana kadar yok olmuştu her şey. Ölümün ve yaşamın kesiştiği, iki gerçekliğinin tek bir noktada birleştirilmiş hali bu karanlık yolun ilerisinde olmalıydı. Adımlarını atmaya devam ettikçe Gökyüzünde tek başına parlayan yıldızın ışığını ona yansıtmıştı. Bu yolun onu tüm ruhların ve anıların toplandığı, hiçliğin ötesine götüreceğine inanıyordu.