Post
by Kurosawa Haru » February 8th, 2020, 1:47 am
Yürüdükleri her adım, buranın kurtulunamazlığını hatırlatıyordu. Soğuk, havasız, çirkin atmosfer, Shinobi’nin sıcak gülümsemesinin Haru’ya ulaşmasına engel olamıyor olsa da Haru, istemsizce sırıtıyordu. Bu garip gecenin son bulmasını istiyordu attığı her adımda, sabahına bu zindanda uyanacak da olsa. Paranoya, Haru’nun bildiği bir özelliği olmasa da, attığı her adımda farklı bir gününü düşünüyordu, yapmış olduğu bir yanlışlığı tartıyordu zihninde. Her seferinde terazinin doğru tarafı ağır bassa da geçmişindeki düşünceleri eşelemesine mâni olmuyordu. Paranoya onu yiyip bitirip, geriye bembeyaz kemikler bırakmadan alt kata indiler ve daha boğuk bir yerin sonuna ulaştılar.
Her ne ise geldikleri bu yer, Haru’ya sadece sonsuzluğu hatırlatıyordu. Sonsuza kadar burada kalmak. Herhangi bir amaç uğuruna kendini feda etmiş insanların muhafaza edildiği bu yer. Yeryüzünün en dibi. En iğrenç insanların alıkonduğu yer.
Shinobi’nin gülümsemesinden uzaklaştığı anı, ondan duyduğu son sözü cevapsız bıraktı kar saçlı kız. Teşekkür edebilirdi, iyi geceler dileyebilirdi, birçok şey söyleyebilir, en azından ismini sorabilirdi Haru, bunların hiçbirini yapmadı. En dip zindanlarda, gün ışığının asla uğramadığı, temiz havanın terk ettiği bu yerde kim, nasıl gülümseyebilirdi ki? “…garip…” diye geçirdi içinden genç ninja, nefes alıp verişini kontrol altına almaya çalışırken. “garip… doğru kelime mi?”
İçerideki sigara bulutu, Haru’nun hayatı boyunca içtiği tüm sigaralardan daha fazlasının tek bir gecede, tek bir odada içilmiş olduğunu düşündürdü ona. Sır perdesini aralayıp, ona doğru yürüyüp omzuna dokunan bir duman canavarından daha insansı bir figür, ona ismini söyleyip içeri buyur etmişti, ardından kendini tanıtıp. “Merhaba, Kahori-san.” Dedi sessizce. Bir ANBU üyesi. Tehlikeli işlerin aranan kişisi, gölgelerin sahibesi. İşlerin ciddileştiğini tüm benliğiyle hissetti Haru. Burada boşuna olmadığının farkındalığıyla inceledi karşısındaki adamı.
Mızrağını savurdu Haru. Bir can daha aldı. Tüm istediği şey öldürmekti. Ter ve pislik kokusu doldu burnuna. Ölümü ciğerlerine çekti. Beyaz tenine kan bulaştı, fakat yağmur bir anda aldı kanı, toprağa karıştırdı. Şimşek öylesine yakına çaktı ki o an adama bakarken, tanrıların o adamın ölmemesini istediğini açıkça anladı Haru. Kafasını salladı istemeden, anılarından uzaklaşmak için. Adamın suratını görmek bile Yağmur Ülkesindeki toprak kokusunu aklına getiriyordu. Çamurlu ayaklar, kesilmiş boğazlar, yağmurun altında ezilen çimen…
Zihnini toplayıp adamın yüzüne baktı. Hiç görmediği, fakat daha önce gördüğüne emin olduğu biriydi o. Rüyalarındaki ziyaretçiydi adam belki, sokakta köşeyi döndükten sonra havaya karışan şüpheli kişi. Orada olduğu bilinen fakat asla görülemeyen suret. Haru bu adamı tanıyordu ama, bu yüzü daha önce hiç görmemişti.
Haru bu adamın niçin burada olduğunu bilmiyordu ama, görür görmez nefret etmişti bu adamdan.
“Bu adam… beni size mi anlattı?” dedi bir kaşını havaya kaldırarak Haru. “Bu adamın ilgi alanına niçin girdiğim hakkında hiçbir fikrim yok, Kahori-san.” Dedi şaşkınlık içinde. Adamı tanımıyordu. Gölgelerdeki izleyici miydi bu adam yoksa? Haru, ne zamandır izlendiğini düşündü. Belli ki bu adam, bilmesi gerekenden çok daha fazla şey biliyordu.
“Gyaku-sama’nın emriyle, ana saldırının sıcaklığında yaşanacak bir sabotaj için görevlendirilmiştik, ben, Jouichirou ve Kinshi. Sabote edeceğimiz yer, ana karargâha birkaç saat uzaklıkta bir teçhizat deposu olarak kullanılan, ormanın içinde gizlenmiş bir köydü. İçeride fazlaca asker olduğunu biliyorduk ama, vasıflı askerlerin tamamının o an sıcak savaşta olduğunu tahmin ederek, hızlıca girip en risksiz şekilde sabotajı gerçekleştirme planını kurduk. Eğer ki bir şeyler ters gitseydi, görece güçlü askerler olarak üstünlüğümüzü koruyabileceğimize inanarak karargâha yaklaşık bir saat uzaklıkta bir mesafeden koşarak harekete geçtik.
Anlattığım gibi, depo bir ormanın içindeydi. Biz ormanın dışından fark edilmeden ormana sızıp beraber hareket ederek depoya ulaşmak en büyük önceliğimizdi. Fakat, ormana girerken Riaru güçleri tarafından yakalandık. Neyse ki bu saldırıyı savuşturduk ve hiç hasar almadan bütün gözcüleri öldürüp yolumuza devam edebildik. Geride kimseyi bırakmadık."
Son söylediği sözün ağırlığının farkındaydı. Yutkundu.
"Karargâhı bulabilmemiz çok kolay olmadı ama, Kinshi-san’ın o bölge hakkında sahip olduğu bilgiler ve öldürdüğümüz gözcülerin cebinden çıkan haritalar sayesinde karargâhın nerede olduğunu öğrendik. Planımız, sayı olarak aşağıda olduğumuz için Jouichirou’yu genjutsu teknikleri yardımıyla içeri sızdırmaktı. Bu sızma durumunun ters tepmesi halinde bize gönderebileceği bir işaret konusunda anlaştık ve Jouichirou içeri sızdı.
Bir süre bekledikten sonra içeriden yüksek ses gelmesiyle bir şeylerin yanlış gittiğini anladım ve beklediğimiz yerden Kinshi ile içeri koşmaya başlama emrini verdim. Sabotaj gerçekleşene kadar Kinshi’yi son görüşüm oydu. Karargâhtan içeri atlayıp Jouichirou’yu bulmaya çalışırken birçok düşman ile çatışmaya girdim, aynı zamanda Jouichirou’nun da kendini kurtarmaya çalıştığını görebiliyordum.
Bu çatışma yaklaşık bir iki dakika kadar devam etti. Çatışma devam ederken muazzam bir patlama sesi, biz dahil Karargâhtaki herkesi vurdu. Kinshi’nin sabotajı gerçekleştirdiğini anlayıp, düşmanın şaşkınlığından yararlanarak sorunsuz şekilde alanı terk ettik. Temiz bir görevdi, çok ufak yaralanmalarla Kusagakure karargahına geri döndük. Bu, savaştaki ilk günümüzdü. Ardından koordinasyon ekibinde yer aldık. Nöbetler, belge işleri, git gel’ler… Benim bakış açımdan savaş süreci böyle geçti, Kahori-san.” Dedi. Tüm konuşması yavaş ve akılda kalıcı sözlerle seçilmişti. Mümkün olduğunca en basit kelimeleri seçmişti kendince. En kısa şekilde anlatmıştı savaşı, ama sadece savaşı anlatmıştı. “Sabotaj görevi süresince bu adamı gördüğümü hiç düşünmüyorum, Kahori-san.”
Yutkundu, dumanın oluşturduğu balgamı hafifçe öksürerek boğazından atıp bir kere daha yutkundu. “Savaştan birkaç hafta sonra, savaştan ve kıştan dolayı ülkeyi terk etmek isteyen tüccarların Kannabi nehri ve köprüsünde ciddi bir kalabalığa sebep olacağı ve bunun bir kaosa dönüşeceği tahmini üzerine Kannabi Köprüsü’nde asayişi sağlayacak ek bir güç olmak üzere oraya gitmekle görevlendirildik. Oraya ulaşmak, görevin en zor kısmıydı, zira çılgınca kar yağıyordu. Bu yağıştan mustarip olanlar sadece Midori ve ben değildik. Yoldaki birçok kervan bu karın yarattığı sorunlarla uğraşmaktaydı. Burası ve Köprü arasında kalan bir köyde, yolda kalmış kervanlardan biriyle karşılaştık. Muhtemelen gördüğüm en büyük kervandı, bundan dolayı yolda kalmış olmalarının uzun dönemde köye rahatsızlık vereceğini tahmin ederek, kervancıların sorunlarının çözülmesi gerekliliğini kendimize görev edinip, kervanı saplandığı bataktan kurtardık ve kervancıyla anlaşıp bizi Kannabi’ye götürmesini sağladık. Yolculuğumuzda Kin Muika adındaki biriyle karşılaştık. Bu adamın uluslararası tanınırlığı olan bir tüccar olduğunu biliyorduk, bu yüzden ona, bize daha yola çıkmadan önce çıtlatılan bir konu hakkında sorular sorduk.
Aisu-san, biz daha köyden çıkmadan, Daimyo-sama’nın, Gyaku-sama’ya vereceği hediyenin çalındığını ve bu hediyenin de bulunması gerektiğini bize söylemişti. Çalıntı bir mal, çok büyük ihtimalle Kin Muika’nın elinden geçmiştir düşüncesiyle onunla bir anlaşma yaptık. Bize bu hediyenin hakkında bildiği her şey karşılığında, Muika’nın sırada beklememesi ve tüm kervanın sıraya kaynayıp geçmesi sözünü verdim. O mahşeri kalabalıkta beklememek için bize vereceği bilginin değeri çok yüksek olmalıydı. Bize Kizaro ve Doura isimlerini verdi. Öğrendiğimiz kadarıyla biz köprüye ulaşana kadar Doura çoktan sınırı geçmiş, öbürü ise köprüye hiç yaklaşmamış bile.
Muika’ya verdiğimiz sözü tuttuk ve hızlı geçişini sağladık. O günün ardından bir hırsızlığı çözdük, birkaç kavgayı falan sonlandırdık… Tipik kalabalık problemlerini üstlendik anlayacağınız, Kahori-san. Nöbetimiz yaklaşık bir hafta sürdü. Kalabalığın bir nebze azalmasıyla köyden başka görevliler geldi ve biz de böylelikle nöbetimizi teslim edip köye döndük… Kannabi görevimiz de bu şekildeydi.”
Aklını yokladı, söylemediği herhangi bir şey var mı acaba diye. Düşünürken yukarı baktı hatta, bazen adama kaçamak bakışlar atarken. Yardım isteyen bir adamdı o, fakat Haru o adama nasıl yardım edebileceğini bilmiyordu bile, her ne kadar o adamdan tiksinse bile. Hangi nedenden olursa olsun, karşısındaki adamın bu zindanda bulunması onu Haru’nun bir düşmanı yapmaktaydı sonuçta. Yine de Haru zihninin en derin köşelerini yokluyordu. Karşısındaki adam ile alakalı bir fikir, bir anı, bir bilgi için düşünmediği şey kalmamış da olsa, aklına en ufak bir şey gelmiyordu. Adamla her göz göze gelişinde kaçırıyordu gözlerini, onu tanımadığını ona anlatmaya çalışırcasına. Son bir kez daha yutkundu.
“Kim bu adam, Kahori-san? Benim çıktığım görevler, neden ilgi odağınız haline gelmiş olabilir ki?” diye böldü sessizliği. Sorarken Kahori’ye bakıyor, fakat eliyle sandalyedeki adamı gösteriyordu. Sorduğu soruların cevapsız bırakılacağını tahmin etse de, bu adamın kimliğini öğrenme isteği için için yakıyordu Haru’yu. Bir açıklama alma zamanının geldiğini tahmin ediyordu.