Off Topic
İlgili konuyu,"[Ryoken & Kagi] Gözyaşı" İsimli konuya bağlayan geçiş bölümüdür.
Ryoken kendisini misafirhaneye getirip odasına bıraktıktan sonra içeri girip bekledi. Sağ elini havaya kaldırıp beşten geriye saymaya başladı. Bu sırada odasına hızlıca göz attı. Girdiği kapının hemen sağında lavabo olduğunu varsaydığı bir kapı vardı. İki adım sonra da yatağının olduğu bölüm ve sol köşede de bir adet tabure vardı. Bu sırada beşten geriye sayması bitti ve arkasını dönüp kapıyı açtı, yeniden dışarı çıktı. Bu sırada aynı geldikleri yöne doğru ilerledi. Ryoken hala koridorda mıydı yoksa çoktan gitmiş miydi pek umursamadı. Zaten yol boyunca hiç konuşmamış sadece onu takip etmişti. Pek de konuşacak bir şeyleri yoktu.
Sokağa indiğinde, doğrusu nereye gideceğini pek bilmiyordu fakat düzenli sokaklar onu pek de kaybolacakmış gibi hissettirmedi. Ishi-chou binasına doğru yürümeye başladı ve bir süre sonra da binaya vardı. Maksadı Usagi'nin kendisini bulmasıydı. Yaklaşık on dakika kadar binanın karşısındaki bir kaya parçasında oturup öylece bekledi. Arada Ishi-Chou binası önündeki shinobilerle göz göze geliyordu. Nihayetinde birkaç dakika önce yolcu ettikleri bu kaçağın geri gelip tam karşılarında kendilerine bakıyor oluşu elbette tedirgin edici bir durumdu. Kagi, Usagi'yi ya kaçırdığını ya da Sohei ile olan konuşmasının uzun süreceğini varsayarak gardiyanları daha fazla tedirgin etmemek adına mekanı terk etti ve "aşağı" mahallelere doğru yürümeye başladı.
«Halk», «Zanaatkâr», «Soylu» ve «Shinobi» olarak sınıflara ayrılan bu halk yapısı ne kadar bir ekonomik ayrım imlemiyormuş gibi bir algı bıraksa da dibine kadar ekonomik bir ayrımdı. Zira Halk, Zanaatkârlar ve hatta Shinobiler çalışmak zorunda ve Soylular lehine yaratılmış bu sistemi korumak zorundaydı. Zanaatkârlar ve -özellikle- Halk çalışmayı bırakırsa ellerinde herhangi bir gelir ya kalmıyordu ya da iyice azalıyordu. Sınıfların bir kısmı deniz suyu bir kısmı da nehir suyu içerken tüm sınıfların eşitçe su içtiğinden bahsedilemezdi. Kagi bu yapının izini gördüğü her an çevresinden iğreniyor ve hızlı adımlarla oradan kaçıp gitmek istiyordu.
En alt mahalleye indiğinde hava neredeyse kararmıştı fakat bunun sebebi güneşin bu diyarda batması değil, şehir düzenli dursun diye upuzunca dikilmiş binaların bu aşağıdaki mahallelere bir hançer gibi inmesi ve soylu bölgelerinin güneşi tutmak için birer parmaklık gibi uzanıp ışığı engellemesiydi. Göğe bakınca semanın okyanus mavisi görünüyordu, öyle güzel bir maviydi ki güneşin batarken çıkardığı ve gözün bir nebze de olsa çıplak halde bakabildiği o kızıl alevleri, -görebilseler- yüze vurunca bırakacağı o altın rengini anlayabiliyordunuz. Heyhat, bu dar sokakların sokak lambaları yanmaya başlamıştı bile.
İnsanların çoğu evlerindeydi. Kagi bu sokaklarda yabancı olduğunu rahatlıkla hissettiriyordu. Zira bakan bir kere daha bakıyor gibiydi. Gerek beyaz teni olsun gerek çekik gözleri olsun "Kusalı" olduğunu her manada gösteriyordu. O da insanların bu şaşkın yüzüne bakıyor fakat diyecek bir şey bulamıyordu. Zira biliyordu ki bir şey diyecek olsa eninde sonunda "Neden bu haldesiniz? Buna nasıl ikna oldunuz?" diye haykıracaktı. Güneşten kararmış tenlere sahip bu insanlar nasıl olur da Güneş'e hasret kalır diye düşünüyor, içi içini yiyordu.
Dar sokaklarda ilerlerken bulduğu bir İzaya'ya girdi genç kız. Bir köşeye geçti ve bir parça onigiri ve çaydan fazlasını istemedi. Maksadı hem karnını doyurmak ama daha çok da bu sınıfların sonunda bulunan halkın nasıl vakit geçirdiğini öğrenmekti. İnsanların kimisi kör kütük sarhoş oluyor ama çoğu da Hanafuda isimli bir oyunu ikişer, üçer veya dörder gruplar halinde oynuyorlardı. Oynarken kimisi hırs yapıyor, şansına, bahtına çok spesifikleşmek isterse de arkadaşının attığı karta sövüyordu. Önünde bir kavga olmamıştı belki ama bu insanların eninde sonunda bu oyun için kavga ettiğini hayal edebiliyordu. Nitekim İzaya'daki bu kuru kalabalık çok kalmadı, nihayetinde yarın işbaşı yapacaklardı. Kagi de buradan çıktıktan sonra "üst" katlara giden bir yola koyuldu.
Zanaatkârlar katına ulaşan genç kız etrafına baktığında her bir evin altında da küçük veya büyük bir atelye bulunuyordu. Çoğu kapalıydı fakat kimisi loş bir ışık altında ürettiği neyse onu üretmeye devam ediyordu. Bu saatte alt mahalleden yukarı çıkan birisi dikkat çekici olmalıydı ki, onu gören zanaatkarlar kısa bir süreliğine de olsa ona bakmıştı. Fakat bu bir alt şehirdeki gibi yabancıya yönelik bir bakış değildi, tartıcı bir bakıştı. «Burada ne arıyor»'dan ziyade, onun bir iş için burada olup olmadığını tartan bir bakıştı.
Kagi zanaatkarların sokaklarında yürümeye başladı. Hepsi aynı bir aşağı kattakiler gibi çoktan sake faslını bitirip evlerine dönmüş gibiydi. Sokaklar sessiz ve sakindi. Arada denk gelenler ise onu pek önemsememişti. Biraz daha ilerledikçe bir pazar yeri konumunda olan ve bir sürü tezgahın halen daha meydanda ise hayat devam ediyordu. Kagi'nin dikkatini çeken şey ise bir sürü loncanın oluşuydu. Pamukçular Loncası, Tahılcılar Loncası, Ketenciler Loncası diye uzayıp gidiyordu. İzayalardan ziyade sanki insanlar burada toplaşıyor gibiydi. Böylelikle hem İzaya'da «boşa» zaman harcamamış oluyorlar hem de kendilerini daha faal bir şeyle oyaladıkları hissini kapılmış oluyorlardı. Orta katın doğusunda bir Esnaflar Birliği, batısında bir başka Esnaflar Birliği vardı. Hatta bazı bölgelerde Bilmemne Mahallesi Bilmemne Odası diyerek toplanan birbirleriyle yarışan ve nihayetinde bir ağızbirliğine varmamak için enerjisini harcayan kurumlar yığınıydı. Aynı işi yapanlar birbirine o kadar düşman değildi lakin buğday ekmeğinin yanında birisi çavdar ekmek satmaya başladı mıydı bezirganların birbirinin malını ve ustalığını yerden yere vurmaya başlıyordu. Pazarın yoğunlaştığı dönemeçlerde ise insan kendi sesini duymakta zorlanıyordu: "Bahçe çitine en güzel Akasya yakışır!", "Hayır efendim Ladin yakışır!" Bir öteden bir başkası duyuluyordu: "Sirkeee!", "Limoooon!"
Kagi en üst kata çıktı. Vakit iyiden iyiye gece yarısı olmuştu. Burada, aşağı katların aksine her kat bir haneyi temsil etmiyordu. Soylular iki katlı, üç katlı evlere tek aile olarak çöreklenmişti. Aşağı mahallelerin aksine bahçeleri de bulunuyordu. Evler, şeklen ve arsasının kapladığı alan bakımından aynı veya benzer olsa da yapının tek bir hane tarafından kullanılıyor oluşu bahçedeki tasarruf hakkını bir haneye bırakıyordu. Kimisi bu boşluklara havuz kuruyor kimisi de kamelya, bahçe evi ya da sera gibi ayrıca vakit geçirebileceği mebaniler inşa ediyorlardı.
Sokaklarda hiçbir dükkan görünmüyordu. Bir nispeten Ishichou binasının arkasına konumlanan kompleks dışında geleneksel İzaya konseptinin ötesinde bar ve restoranlar bulunuyordu ve aşağı katlarda erkenden kapanmış dükkanların aksine buralar hala açıktı ve açık kalmaya da devam edecek gibi görünüyordu. Kagi böylesine bir hengame ve hazcılığı en son Tanzaku'da, Tsunade ile tanıştığı kumarhanede görmüştü. Kaybedecek bir şeyi olmayan ve belki de kaybederek yaşadığının farkına varabilen insanlardı bunlar. Bir noktada "kaybetmemek" veya "az bile olsa kaybetmek" arasında bir seçim yapacak olsa nicelerin aksine ikinci şıkkı seçecek kimselerdi bunlar. Bu yüzden onlara bir noktada saygı duyuyordu fakat cebinde derya olana bir bardak suyun komayacağı için bu saygısını çok da mesnetlendiremiyordu. Zira bu kaybetme isteği gerçek anlamda bir seçimin işareti değildi. Bir oyalanma, bir hûlya ve uyuşturucu idi.
Hiçbirinin bir tasası yoktu. Hiçbiri için saatin kaç olduğu önemli değildi zira yarın geç kalksalar ne, kalkmasalar ne idi? Bir şey yapmaları gerekmiyordu zira sadece var oldukları için pışpışlanıyorlardı. Hiçbirinin yüzünde bir sorumluluk emaresi hissetmiyordu. Ame'de ölen onlarca insan fersahlar ötede değil de hemen ayağının dibinde ölse dahi kalkıp hal hatır soracak birisi yoktu aralarında. Zira onlar için bu düzen devam etmeliydi, nasıl olursa olsun. Shinobiler onları korumalıydı, kaçı ölürse ölsün. Onlar sadece burada oturmalı ve biraz kaybetmelilerdi hepsi bu.
Kimsenin bakmadığına kani olunca kanatlarını çıkardı ve göğe doğru yükselmeye başladı. Köyün en merkezindeki ve yerden yüksekliği en çok olan binanın çatısına kondu. Bir süre öylece şehri izledi. Ishi-chou binasını, köyün çevresini saran ormanlığı izledi. Ayağının dibinde minicik kalan sokak lambalarına, tek tük dolaşan insanlara baktı.
Vücudundan kağıtlar çıkartmaya başladı. Yeterli büyüklüğe gelince de kağıt öbeğini bir Funyuu kağıdına mühürledi. Bu işlemi sekiz kere tekrarladı. Ardından da çatının tam ortasına "Işık dik düştüğünde aktifleşir" koşullu bir kağıt parçası bıraktı. Bu sekiz mühürü de çatının dört köşesine ikişer ikişer yerleştirdi. Ortadaki aktivatör mühür ile Funyuuların arasına da birbirini zincirleme olarak aktif eden "hava" dolu mühürlerle bağladı. Amacı güneş tam tepeye gelip vakti öğlen yaptığında aktif olan bu düzenekle şehrin dört bir yanına bu kağıtları uçurup dağıtmaktı. Mühürün başarılı olup olmayacağı yarın öğlen, Ryoken ile beraber bahsedilen köye giderken belli olacaktı. Her kağıdın üstünde aynı şey yazıyordu:
"Güneşi senden alan ne binadır, ne vadi. Yumduğun gözündür."
~~Başka bir yerde, başka bir zamanda
Utariler yanyana dizilmişti. Sâki ortalarında oturmuş Goeika merasimine liderlik ediyordu. Önce o söylüyor ve geri kalan nispeten öğrenci konumunda olan Utariler de onun söylediklerini aynı ritim ve melodiyle tekrar ediyordu. Hepsinin yüzünde masum bir huzur vardı:
Sâillik, Gâfillik ve Câhillik bize Âkillik sanadır.
Ey suret-i insan! İmanımız ancak sanadır.
Âtıllık, Bâtıllık ve Kâhillik bize Kâmillik sanadır.
Ey mana-i kitab! Ahirimiz ancak sanadır.
Vakit ki feth-i gönül mucip olduğunda:
Bizden âlâ yiğit, Kagi'den âlâ kılıç yoktur!