Page 1 of 2

[Kusagakure] Yılanbalığı

Posted: February 9th, 2019, 11:21 pm
by GM - Naruto
Image
Kusagakure Hastanesi yakınlarında, bir çocuk parkında oturmaktasın. Güneş batımı yakın, ve neşeyle oynayan çocukları izliyorsun. Düşünmen ve yorumlaman gereken çok fazla şey var, ve biraz kafa dağıtmanın fena olmadığını düşünüyorsun gülüşen çocuklara bakarken. Jouichirou’nun bugün taburcu olacağını biliyorsun, ve bir anlamda onu bekliyor gibisin. Bir yandan da Kizashi’nin gönderdiği mesajı Gyaku’ya ilettiğin günü hatırlıyorsun. Söylediklerin karşısında belki de ilk defa şaşkınlığa düştüğünü gördüğün Gyaku’nun yüzündeki ifadeyi. Sen odadan çıkarken verdiğin selama karşılık bile veremeyişini. Ciddi bir şeyler olduğunu biliyorsun. Fırtına öncesi sessizlik mi bu? Bilmiyorsun. Çocuklara özeniyorsun bir noktada. Gamsızca, hiçbir şey düşünmek zorunda olmadan oynayan çocuklara.

Image
Üzerinde hastanenin verdiği kıyafetlerle, sessizce pencereden dışarıyı izlemektesin. Kusagakure’desin. Yaklaşık bir haftadır hastanede yatmaktasın ve tamamen iyileşmiş durumdasın. Sana ilk müdahalenin Kawakami’de yapıldığı ve ölümcül tehlikenin atlatıldıktan sonra Kusagakure’ye aktarıldığını biliyorsun, ancak ayrıntılar senin için flu. Bilincini kaybetmeden önce Kizashi’yi gördüğünü biliyorsun, ve zihninin içinde yankılanan sesi hatırlıyorsun. Dış dünyayla alakalı çok bilgi verilmedi sana, gelgelelim ara sıra ziyaretine gelen Haru’dan öğrendiğin üzere Kawakami yakınlarında bir çarpışma gerçekleşti. Kısa bir süre önce orada olan sen, bu bilginin etkisinden hala tam olarak çıkabilmiş değilsin. Özellikle de Kizashi’nin ortadan kaybolduğunu öğrendiğin için. Kapın tıklanıyor ve hafifçe başını çeviriyorsun, bunun taburcu belgeni ve günlük kıyafetlerini sana getiren hemşire olduğunu görünce hafifçe gülümsüyorsun yaşlıca bayana.

ImageImage
Kawakami yakınlarında yaşanan elim olayın ardından mücadelede yaşamlarını veren shinobilerin naaşlarını Kusagakure’ye getirdiğinizden beri en fazla birkaç gün geçti. Basit bir restoranda oturmuş, bir şeyler atıştırıyorsunuz. Derin bir sessizlik hakim. Bunun birbirinden önemli pek çok sebebi var, ve hiçbiri birbirinin üstünde yahut altında kalmamayı başarabiliyor bir şekilde. Birkaç gündür birbirinizden pek ayrılmamayı tercih ettiniz. Sabahları uyandıktan sonra buluşuyor, günü geçirdikten sonra akşam saatlerinde evlerinize dağılıyorsunuz. Susumu ara ara Iori’yi neşelendirmek için girişimlerde bulunsa da, aklı hala katanasında olan Iori tarafından yoksayılıyor bu girişimlerin büyük kısmı. Pek konuşmuyorsunuz, ancak ikinizin de kafasında aşağı yukarı benzer olaylar dönüp duruyor. Kawakami’deyken Gyaku’ya ulaştırdığınız yazılı raporlar, ve köye döndüğünüz anda sizi yanına çağıran Gyaku. Anlatılan şeyleri hala kafanızda oturtabilmiş değilsiniz. Gyaku’dan duyduğunuz ‘yılanbalığı’ kelimesi zihninizde yer etmiş durumda. Iori katanasını aramak için Gyaku’dan izin istediğinde köyde kalmanızın emredilmiş olmasının yagene sebebinin de bu kelimenin altında yattığını biliyorsunuz. Bir şeyler olacak, iliklerinizde bile hissedebiliyorsunuz bunu.

Image
Akşamüstü saatlerinde, Kusagakure’nin sokaklarını arşınlamaktasın. Herhangi bir yere gittiğin söylenemez, yalnızca evde durmaya daha fazla katlanamayıp dışarı attın kendini. Başarıyla tamamlayarak döndüğünüz görevin ardından oldukça sakin birkaç hafta geçirdiğin için şanslı sayıyorsun kendini. Kimi geceler Teki’yle içmekle geçerken, pek çok farklı aktiviteye zaman bulabiliyorsun. Yine de bir parçan sen köyde huzurla otururken ülke sınırları içinde bu kadar çok olayın olması ve buna dahil olmaman sebebiyle rahatsız. Yağmur Ülkesi’ndeki iç karışıklığın yansımalarının bir süredir Çimen Ülkesi ve Kusagakure’ye haddinden fazla etki yaptığını zaten biliyorsun, ancak son yaşanan olaylar doğrultusunda olayın boyutunun farklı bir seviyeye geldiği kanatindesin.
Image
Klasik mezar ziyaretlerinden birini yaparken, köyde ve ülkede yaşanan yüksek tempolu hareketliliği düşünürken buluyorsun kendini. Köye getirip Gyaku’ya teslim ettiğiniz parşomen kulağınıza çalınan Kawakami Kasabası saldırısının yanında gözüne önemsiz bir ayrıntıymış gibi gelmeye başlıyor bir noktada. Büyük bir çatışmanın yaşandığı, shinobilerin ve sivillerin öldüğü, Kawakamideki binaların ufak da olsa bir kısmını kullanılamaz hale getiren bu olayın etkileri köyde açıkça görülebiliyor. İnsanların ruh halini görmekle kalmıyor, hissedebiliyorsun. Bir endişe dalgası yayılıyor sivil halk arasında. Kaderlerinin aynı olacağını düşünüyorlar belki de, kim bilir. Ancak bu konuda bir şeyler yapman gerektiği konusunda az çok eminsin. Köy için, ancak aslolarak kendin için.

Image
Son günlerde kulağına çalınan pek çok söylenti, siviller arasında yayılmayı sürdüren huzursuzluk hali ve köy dışından gelen çok sayıda kötü haber sana bir şeylerin yakın olduğu mesajını veriyor içten içe. Akşam saatleri yaklaşırken nöbet vardiyanı senden sonraki chuunine sorunsuz bir şekilde teslim ediyor ve bir şeyler yemek için köy merkezine doğru ilerlemeye başlıyorsun. Son dönemlerde çok fazla köy dışı göreve çıkmadığın için gelişmelerin biraz dışında kalmış gibi düşünüyorsun, fakat bu durum seni çok da rahatsız etmiyor. Yaşanabilecek herhangi bir şeye karşı hazırlıklı olduğunu hissediyorsun. Dahası, bir şeylerin yaşanmak üzere olduğuna emin gibisin.

Re: [Kusagakure] Yılanbalığı

Posted: February 9th, 2019, 11:29 pm
by GM - Naruto
Toplantıdan birkaç saat önce.
Kusachou binası, toplantı odası.
Jounin Shiba Gyaku.



Özgürdü.


Diline geçirilmiş prangaların hiçbir fiziksel karşılığı olmamasına rağmen sırtında bu kadar büyük bir yük bindirdiğini henüz yeni farkediyordu. Özgürdü. Ne söyleyeceğine, nereye bakacağına, kime hangi emri vereceği konusunda serbestti. Özgürdü. Suyun ne kadar soğuk olduğundan şikayet etmesinde, Aisu’nun bugün ne kadar şık gözüktüğünü söylemekte onu engelleyen bir şey yoktu. Özgürdü. Diline çivilenen zincirlerin durdurduğu herşeyi yapabilirdi. Savaşabilirdi. Saldırı emrini kayıtsız şartsız verebilirdi. Düşmanların boğazına çökmekte, toprağı tımar etmekte özgürdü.

Önündeki masanın zeminine tıklattı birkaç kez. Daire şeklinde bir odanın içinde, daire şeklinde dizilmiş insanların arasında, daire şeklindeki bir masanın başında ayaktaydı. Hayatını adadığı Nise-sama’sının yüzüne baktı. Bakışları toplantı odasının her yanında dolanmasına rağmen uzaklara, çok çok uzaklara baktığının bilincindeydi Gyaku. Şu an nerelerde gezdiğini, neyi aradığını ise tahmin dahi edemiyordu. Kendi önündeki kağıtlara baktı. Kanla, ölümle alınmış bilgiler bir bir listelenmişken neyi nereye bağlayacağından emin olamıyordu. Kendisine bir ip uzatılacaktı. Kusachou her zaman yaptığı gibi, öyle bir şey diyecekti ki, dökülen kanlar da verilen canlar da fazlasıyla anlam kazanacaktı. Nise’nin iki yanındaki yaşlıların homurdanmalarına rağmen buradan çıkacak olan karara güveniyordu.

Nise ve iki yaşlısı. Çiy’in endamlı lideri. Mitsuo. Ve Aisu. Nise’nin ikincil bir yansıması. Kızıl saçlarının arasından süzülen hoş koku gergin toplantıyı yumuşatan tek detaydı. Önündeki kağıtları biraz kurcaladıktan sonra verdiği arayı sonlandırdı. “Sivil halk Kizashi’nin yönlendirmesiyle en yakın kasabaya gitmiş. Yerleşke shinobileri ise bildiğiniz gibi, Kizashi’nin emri ile kasabadan ayrılmış. Elimizdeki mevcut bilgilerle, Yağmur sınırındaki savaşın bu ekip ile gerçekleştirildiğini düşünüyoruz. Doushi’ye gelen saldırı ekibi bu şekilde bertaraf edilmiş. Ancak Doushi… Birkaç sınır shinobimiz dışında terkedilmiş durumda.” Terkedilmiş. Önemi yoktu. Korumaya değer bir şey olmadıkça Doushi yerle bir olsa dahi umurunda değildi. “Kizashi’nin, Haru’ya aktardığı cümlelere bakarsak Kizashi bu saldırı esnasında hayati bir bilgiye erişmiş. Doushi’nin bir şaşırtmaca olduğunu, asıl saldırının Kawakami’ye geleceğini iletmiş.”

“Kawakami. Kawakami’den bahsedin.”

Kusachou'nun direktifi sonrasında Gyaku’nun güvenoyu beklentisi yoktu. İki yaşlının yorumlarını umursamıyor, Aisu ve Mitsuo’nun arkasında olduğunu biliyordu. Yine de Kawakami'yi anlatmaya dili varmıyordu. Bakışlarını Aisu’ya çevirerek kendi cümlelerini toplayana dek sözü devralması için izin verdi.

“Kawakami’de olayların hemen sonrasında sivillerin büyük bir kısmını tahliye etmeyi başardık. Çevre kasaba ve köylere dağıtıldılar. Diğer ülkelerden gelen siviller ise sınır bölgelerine dek götürüldü. Yakında mevcut durum diğer köy yönetimlerinde de duyulur. Yerleşke shinobilerimizden üç kişiyi kaybettik. Birisi cinayete kurban giderken, diğer ikisi kristal kullanıcısı tarafından bir şekilde ele geçirildi. Vücutlarında bir takım değişiklikler yaşanmış ve sivillere, kendi shinobilerimize saldırmışlar. Aki Joben’in aktardığı bu. Bahsi geçen iki shinobi Joben ve Haru tarafından, Gyaku’nun destek için yolladığı iki Çiy üyemizden birisi ise kristal kullanıcısı tarafından öldürülmüş. Şükür ki diğer üyemiz, Kizashi ile birlikte kasabanın su kanallarına salınacak bir zehire engel olmuş. Kayıplar çok daha büyük olabilirdi. Kizashi ise Kawakami'den ayrılmadan önce Haru’ya asıl saldırının Kawakami’ye geldiğini ve ‘yılanbağlığı’nın vakti geldiğini söylemiş.”

Öldürülmüş. Aisu’nun cümleleri sonrasında ortama yayılan sessizliğe uyum sağladı. Bakışların bir şekilde kendi üzerinde dolaştığını biliyordu. Karar kendisine aitti. Karar doğruydu ve arkasındaydı. Zehrin kanallara yayılma ihtimalini düşünmek kendisi için olmasa bile, odadaki diğer insanlar için oldukça zorlayıcı bir kader olurdu. Bakışları Çiy’in lideriyle kesişti. Maskenin ardındaki gözlerin neler söylediğini aslında çok iyi biliyordu.

Zamanı değildi. Tüm bunları farklı olasılıklara göre kurmuş, başarı şansının en iyi şartlarda gerçekleştirdiği sürece varolduğunu bilecek kadar çok düşünmüştü. Kizashi yoktu. Doushi yoktu. Çiy’in güvenini kaybetmişti. Büyük bir askeri kayıp yaşamıştı. Kizashi olmadan yaşayacağı zorlukların da haddi hesabı yoktu. Şükür ki zincileri salınmıştı. Köyden çıkabilecek, tüm operasyona bizzat dahil olabilecekti. Negatif durumları silebilmek için başka bir şansı da yoktu.

Yerinden fırlayıp masaya yumruğunu indiren yaşlının vücut aktivitesi şaşırtıcı bir enerjiye sahipti. “Yapmayın. Bu kadar kayıp ve zarardan sonra gerçekten bu denli bir operasyonun altından kalkabileceğimize inanıyor musunuz ?”

Saf.

“Onaylayın yada onaylamayın Fui-sama, askeri gücümüzü yöneten kişi benim. Doushi kurtarıldı. Kawakami, kurtarıldı. Kanla, canla o yada şu şekilde. Harekete geçmek için daha fazla beklemeyeceğim. Belki çapı daraltacağım ancak hayır, bekleyemem. Sınır güvenliğini arttırmak bizi bir yere kadar koruyacak. Toprakları ele geçirmek bir yana, güvenli bir tampon bölge oluşturmak en önemli hedefim.”


“Ve Kizashi. Kurtarılmalı. Ne bildiğinden daha çok, bilmediğimiz neleri bildiğinden korkuyorum.”

Hazımsızca Mitsuo'nun suratına döndü. Kendisinin takınması gereken tavrı ondan görmeyi beklemiyordu. Maneviyat bir yana, Kizashi’nin maddi değeri gereğinden fazla büyüktü. Köy hakkında bildikleri, yıllardır dışarıda öğrendiği şeylerin yanında bir hiç kalıyordu.

“Kizashi’nin konuşacağını sanmıyorum.”

Kusachou’nun sesi kendisi dahil herkesi düşüncelere iteledi. Kizashi köyüne o denli bağlıydı ki, onu bir gıdım öteye götürmek için kendisini köyden uzak tutabilmişti. Gyaku ile geçmişte yaşadıklarının etkisi de görmezden gelinemezdi elbette, ancak bunun sadece bir maske olduğunu biliyordu Gyaku. Kizashi konuşmazdı. Ancak onu konuşturabilecek kişilerin varlığından haberdardı.

“Jimen Tesuri.”

Çiy liderinin vücudunun hafifçe gerildiğini farketti. Tesuri’nin kim olduğunu öğrenmek için geçmişte fazlasıyla uğraşmıştı Gyaku. Şimdi onu tekrardan sahnede görmek ilginç olduğu kadar korkutucuydu. “Eski Amegakure ANBU lideri. Yahut özel olarak bir timin lideri. İki ihtimalden birinin gerçek olduğunu biliyorum. Riaru’nun kanlı kaçışında devirdiği isimlerden biri. Iori ve Susumu’nun getirdiği bilgilere göre Riaru’nun saflarına geçmiş. Kizashi’nin acıya katlanarak yahut ‘konuşmuyorum’ diyerek sızıntıyı önleyebileceği biri değil. Diğer yandan bu bir alışveriş değil. Kizashi’nin ne bildiği umurumda değil. Kurtarılacak.”

Net konuşmalıydı. Mitsuo’nun kafasına sokmak istediği bir düşünce vardı. Kizashi, sahip olduğu bilgilerin güvenliği için feda edilmeyecekti. Şayet bu odada bu ihtimali düşünebilecek kendisi dışında tek kişi Mitsuo’ydu.

“Diğer mesele. Iori, Riaru tarafının bir örgütle anlaşma kurduğunu söyledi. Jashin’in takipçileri.”

Aisu'nun konuyu değiştirme çabalarıyla birlikte önündeki kağıtları kurcaladı tekrardan. Teki ve Sakuma’nın ulaştırdığı parşömen. Daha ne olduğunu anlamaya başladığı anda karşısına çıkmıştı.

“Bu konuda kısmen bilgi sahibiydik. Teki ve Sakuma’nın Kantou görevi sırasında getirdiği bir ganimet.” Parşömen yavaşça açarak herkese gösterdi. “Üzerindeki sembol tuhaf bir şekilde tanıdık geliyordu, bu sebeple yaptığım araştırmalar sonucu Jashin kültüne ait olduğunu öğrenmiştim. Yine de bu kadar kısa zamanda bununla yüzleşmemiz gerekeceğini tahmin etmezdim. Geçmişi temiz değil. Bu nedenle tehlikeli ve kanlı bir ittifak olduğunu varsayabiliriz. Operasyonu hemen şimdi yapmamızı gerektiren diğer bir etmen de bu. Riaru amacına ilerliyor ve bize karşı gösterdi dostane tavırlar da ortada. İlerleme hızı ise... Korkutucu. Başlamadan bitirmemiz gerekiyor.”

Riaru’nun sadece fanatikleri toplayan bir kaçak olduğu dönemler. Belki o zamanlarda başarılı olsalar şimdi bunları konuşması gerekmeyecekti. Belindeki yaranın sızıları hala tazeyken Riaru’nun gösterdiği gelişmeye imreniyordu.

“İşte büyük bir sebep daha. Tüm shinobilerimizi sınıra yığalım. Riaru’su Jashin’i, Ame’si birbirini yesin. Ateşe ateşle gidiyoruz.”

Bakışları zemine düştü. Hocasının, Kusachou’nun yanındaki yaşlıları hiçbir vakit hoş görmeyecekti. Gelenekçi düşünceleri, korkak yapıları. Vakti geldiğinde dökülecek kanlar kendilerine ait olmadığı müddetçe, yapılması gerekeni yapmanın anlamını da anlamayacaklardı. Kusachou’da bunu destekler gibi onlara acır bir sırıtmayla karşılık verince, Gyaku hazla doldu. “Plan da karar da Gyaku’ya ait. Operasyon süresince Çiy dışında saldırıya katılacak herkes Gyaku’nun emrinde. Sonuçları da aynı şekilde bu gencin sırtında.” Nise elindeki kağıda birşeyler karalarken herkes dikkatle onu izledi. Kağıda yazdıkları bittikten sonra ayağa kalktığında herkes refleksif olarak dikildi. “Köy işleyişi ise Aisu, sana emanet. Biraz vakte ihtiyacım olacak.” Gyaku, Kusachou ona yaklaştıkça biraz daha dikleşti. “Kizashi’nin tutulduğu yer. Önümüzdeki dört gün boyunca orada olacak.“ Ufak bir yarım adımla yaşlılara döndü. “Operasyon süresince Çimen genelinde önlemler alınacak. İnsanlar korunaklı ticari yollara yönelsin. Daimyo-sama’ya öneri olarak şunları iletin. Rüzgar ve Kaya ile olan ticari anlaşmalar tampon bölge oluşturulana kadar askıya alınsın. Yağmur içinden geçecek tüccarları korumak için ayırabileceğimiz bir kuvvet olmayacak.”

Elindeki kağıda baktı Gyaku. Çizilmiş basit bir harita ve nokta atışı işaretlenmiş bir nokta. Kusachou’nun çözemediği gizemi senelerdir bir el atımlık mesafede olmasına rağmen hiçbir bilgi elde edememişti. Neden en çaresiz anlarda ona takılan lâkabın hakkını verdiğini ise anlamıyordu. Olayların en başında bu kağıdı ona uzatsa… Zihnini temizledi. Kusachou’nun önünde saygıyla eğildikten sonra odanın kapısına doğru yöneldi. Aisu ve Mitsuo’da onun peşinden. Kapının hemen yanında bulunan yazmanla göz göze gelmek istemiyordu. Tekrar bağlanmak üzere salındığının farkındaydı Gyaku. Buna râzıydı. Planını hayata geçirdikten sonra tekrar Kusachou’nun gölgesi altında istediği yaşamı sürecekti. Ancak bu kadının sureti, belki de ölümün cisimleşmiş halinden daha rahatsız ediciydi.

Şimdi tek düşünmesi gereken şey, tüm zincileri salınmışken onu kimin durduracağıydı.

Re: [Kusagakure] Yılanbalığı

Posted: February 10th, 2019, 1:27 am
by GM - Naruto
Akşam saatleri. Hafif çiseleyen yağmur ve güneyden esen rüzgar, soğuk havayı iliklerinize kadar hissetmenize sebep oluyor. Havaya rağmen Kusagakure’nin en hareketli olacağı vakitler aslında. Çimen sokakları ise köşe başında bekleyen shinobilerden ibaret. Bazı evlerin bahçelerinde tek tük insanlar görülebiliyor fakat bu eylemleri ihtiyaçlarını gidermekten öteye gitmiyor. İnsanların suratındaki tedirginliği, korkuyu okuyabiliyorsunuz. Hem sizin hem de köy shinobilerinin üzerinde ise gözükmeyen kara bulutlar dolaşmakta. Ölen onlarca shinobinin kalıntıları henüz Yıldıztozu arşivlerine girmişken kimsenin gülmeye mecali olmuyor. Her shinobinin suratında biriken öfkeyi okuyabiliyorsunuz. Hırslarından dolayı içlerinde kopan çığlıkları işitiyorsunuz. Karşılık vermek istiyorsunuz. Dostlarınızı, aynı sırayı paylaştığınız insanları aranızdan koparan güce karşılık vermediğiniz her saniye daha da nefretle doluyorsunuz.

Saatler akıyor, Kusagakure ise uykuya dalmayı reddediyor. Her biriniz genç birer shinobi tarafından Kusachou Nise adına toplantıya çağrılıyor. Kiminiz yatakta dönerken, kiminiz nöbette, kiminiz en özel anında alıyor bu çağrıyı. İstisna tanınmayacağı cümlesi, zaten harekete geçmek için can atan bedenlerinizi bir çırpıda hazırlıyor. Geceyarısı vakitlerinde, çağrıldığınız saatten çok daha öncesinde toplantı odasına varıyorsunuz. Erken gelişiniz sayesinde ön sıralarda yer ediniyorsunuz kendinize. Odada sizin dışınızda çok sayıda jounin ve chuunin rütbesinde shinobi bulunuyor. Fısıltı yok. Neden burada olduğunu sorgulayan insanlar yok. İçten içe hepiniz çoktan fırlatılan birer mızraktan farksız olduğunuzu biliyorsunuz.

Yarım saat. Artık kapı önüne taşmış kalabalık ani bir şekilde yarılıyor. Gyaku önderliğinde Aisu ve Mitsuo odaya giriyor. Çoğunluk saygıdan ziyade umutla kalkıyor ayağa. Her birinizi selamlayan Gyaku, oturduğunuz kısmın önündeki masasına geçiyor. Suratlarınıza bakıyor uzun uzun, kendi içerisinde cümlelerini toparlıyor. “Kawakami ve Doushi.” Ölen kişiler bir bir geçiyor gözlerinizin önünden. “Çok kısa bir zamanda, yıllarla telafi edilemeyecek kadar kayıp verdik. Korumakla sorumlu olduğumuz canlar için kendi canlarımızı ortaya koyduk. Sonuçlarını düşünmeden görevlerini yerine getiren canlarımız, Kusagakure’nin, bizlerin en büyük mirası oldu.” Ölen shinobilere saygısını gösterircesine susuyor. Her birinizin de bu saygıyı beslediğine emin oluyor Gyaku. “Savaştığımız mahluklar onurdan yoksundu. Kendi davaları için masumlara kastetmekte çekinmediler. Onurları için ölebilecek bizlerden canlarımızı koparırken çekinmediler. Bizden kopardıklarının emanetleri, ailelerine saldırırken çekinmediler. İnsanlarımızın ekmeğini kendi çirkinliklerine besin ederken çekinmediler. İnsanlığımızı sınarken çekinmediler.” Odadaki insanların dikleştiğini, Gyaku’nun sözleriyle adeta nefretlerinin hırslarının harlandıklarını görebiliyorunuz. İçinize bir ateş düşüyor. Büyüyor, büyüyor. Kalpleriniz sizden daha hiddetle atıyor. “Şafak vaktinden itibaren çekinecekler. Kusagakure’nin davetkâr suretini değil, hiddetli gözlerine şahitlik edecekler. Şafak vaktinden itibaren, aldıkları her bir can için onlardan davalarını, umutlarını onlarca kez, binlerce kez söküp alacağız.” Ayaklanıyorsunuz. İnsanlar ayaklanıyor. Kapıya kadar dalga dalga bir fısıltı başlıyor. Fısıltı, bağrışmalara dönüşüyor. İçlerinde tutamadıkları duyguları dilleriyle dışarı salıyor insanlar. Kusagakure bu gece vakti, hiç olmadığı kadar gürlüyor.

“Şafak vaktinde ava çıkıyoruz. Riaru ve ayak takımını çamura bulamaya, ebediyete göndermeye gidiyoruz !"
Off Topic
İlk mesajda adı geçen tüm oyuncular, yaşanan olaylarla alakalı birer tur rp yazmalı.

Re: [Kusagakure] Yılanbalığı

Posted: February 10th, 2019, 4:21 pm
by Kurosawa Haru
"Uykum var... Yorgunum... Bu savaşın içinde olmak istemiyorum..." Haru'nun günlerdir süregelen düşünceleriydi. Bunlardan başka bir şey düşünemiyor, mutlu olabilmek için insanları seyrediyordu. Karanlığın ve kötü düşüncenin insanların damarlarına zerk olduğunu, onların da başka bir şey düşünemediğini, bu insanlara baktıkça daha da yorgun düştüğünü fark etti. Ölüm geziyordu sokaklarda, korku insanların zihninde bir perde gibi örtünüp sağlıklı kararlar almalarını engelliyordu. Çocukları için, geleceği için endişe eden insanları gözlerinden anlayabiliyordu. Terör böyle korkutucuydu işte, idealler böyle kafa karıştırır. İnsana yapmayacağı şeyler yaptırır, düşünmemesi gereken şeyleri düşündürür.

Ekip arkadaşı Jouichirou'yu bekledi Haru, o hastanedeyken. Nedenini anlayamadığı bir güven besliyordu Jouichirou'ya karşı. Sessiz, sakin, akılcı hayat tarzı Haru'yu etkilemişti. Uzun sürecek bir ahbaplığın başlangıcıydı Kawakami görevi, sayısız maceranın başlangıç atışıydı. Fakat yine de Haru, zehirlenen Jouichirou'nun düzensiz ve korkutucu davranışlarından kendini koruması gerektiğinin farkındaydı. Shinobilerin savaş alanı, bu tarz fevri davranışları kaldıramazdı.

Düşünceler zihnini bulandırırken biraz mola vermesi gerektiğini fark etti ipek saçlı kız. Rahatlamak en çok onun hakkıydı. Aldığı canları düşünmeyi bırakması, çevresindeki insanlar için iyi bir seçim olacaktı. Günlerdir üzerinde bir yağmur bulutuyla dolaşıyordu Haru. Kapüşonunu, güneş gözlüğünü ve yüzünün alt kısmını kapatan maskesini yüzüne geçirdi ve dışarı çıktı, Jouichirou'nun dinlendiği hastanenin oraya doğru ilerledi. Ziyaretçi saatini kaçırmıştı yatakta kendine işkenceler ederken. Kapıyı kapatıp derin bir nefes aldı, dışarı çıktı. Eski halinden eser yoktu. Bir çocuk bahçesine gitti Haru sonra, hiçbir şeyden haberi olmayan günahsız çocukları seyretmeye. Mutluluk içinde koşup zıplayan, kahkahalar atıp eğlenen, hayatını yaşayan insancıklara baktı uzaktan. Bir gün biri mühendis, biri bir mimar, biri ise herkesi arkasına alıp bir Shinobi olacaktı bu çocukların. Biri tarafından korunmaya muhtaçlar. Alabildiği tüm nefesleri aldı Haru. "Bugün Jouichirou taburcu oluyor..." diye geçirdi aklından. Hastaneye, Jouichirou'nun odasına gitti. İçeri girdiği zaman kapının açık olduğunu fark etti, yaşlı kadın onu taburcu ediyordu. Gülümseyerek içeri girdi, kara bulutlarının ve bulanık düşüncelerinin insanların keyfini kaçırmasına izin veremezdi. Dostunu gördüğü için memnundu. Dostunun iyileştiğini gördüğü için ise mutluydu. "Umarım daha iyisindir. Daha iyi gözüküyorsun." dedi, ufak bir yalanla doldurduğu cümlesi Haru'nun ağzından çıkabilecek tarzda bir şey değildi, ama belki onu iyi hissettirecekti. "Gitme zamanı geldi."

Arkadaşı giyindikten sonra hazırlanıp çıktılar. Haru mızrağını, kalkanını ve Shinobi çantasını yanına almıştı. Güneş batmış, gece olmuştu bile. Ama şehir hala ayaktaydı. Shinobi güçleri ise savaşa hazırdı. "Sen yokken... yani Hastanedeyken çok düşündüm. Neden burada olduğumuzu, nasıl da anlamsız bir savaşın tam ortasında kendimizi bulduğumuzu. Soruları sordukça kendime daha çok sorular olduğunu fark ettim. Cevabı olmayan sorular, daha çok soruları getiriyor. Bu savaşta bir piyondan fazlası değiliz sanırım, çok da düşünceye yer verilmiyor. Üstlerden aldığımız emirler doğrultusunda gidip katledip geri döndük sadece. Gerçi sen pek de bir şey yapmadın." Kırık bir gülümsemeyle bitirdi sözlerini. Elbette ki şaka yaptığını ikisi de biliyordu. Çağırıldıkları yere gittiler, verilen zamandan çok önce varmışlardı oraya. İçeri girdiler ve en ön sıralarda yer aldılar. Iori ve Susumu'yla göz göze geldi ipek saçlı kız, saygısızlık olmasın diye güneş gözlüklerini ve yüzünü kapatan peçesini çıkarıp gülümsedi onlara, başıyla selamladı. Neredeyse herkesi tanıyordu Haru. Sakuma'yı ve Teki'yi gördü sonra. Elini kaldırdı, yavaşça el salladı onlara da.

Teki için ne kadar üzüldüğü geldi aklına. Belki Haru'nun aklındaki Varoluşsal soruları o da soruyor, o da cevap alamıyordu. Ara sıra mezarlığa giderken görüyordu Teki'yi. Sakuma onun yanında olduğu için şanslıydı, iyi arkadaşlardı onlar. Jouichirou ve kendisi de iyi arkadaş mıydı? Ya da bir gün o ikisi gibi olabilecekler miydi? Kumo'yu gördü ardından. O çocuğu ise pek tanımıyordu. Tanışabilecek fırsatları olmamıştı hiç. Hep farklı görevlere gitmişler, farklı insanlarla arkadaş olmuşlardı. Başını öne eğerek onu da selamladı. Çıkacakları görevde emindi ki, konuşup bir şeyler paylaşabilecekleri zamanları olmayacak bir yere gidiyorlardı. Öne oturdu Haru, Jouichirou'ya da yanına gelmesi için bir işaret yaptı, yanında yer ayırdı.

Dakikalar geçtikçe içerisi tüm kolluk kuvvetlerini içeren bir toplantıya dönüştü. Herkes buradaydı. Gyaku, Aisu, Mitsuo ve birçoğu, bu köyün önde gelen isimleriydi. Haru öyle biri olmak istemiyordu. Düşük profilinden memnundu. Ardından Gyaku konuşmaya başladı. Kelimesi kelimesine takip etmese de, Gyaku'nun insanları heyecanlandıracak bir konuşma yapmaya çalıştığının farkındaydı. "Evet..." dedi içinden. "Öldürmeye gidiyoruz... Yine.". Toplantı salonunda sesler birbirine karışıp sessizliğin duvarını yıkarken Gyaku en ateşli cümlesini sona saklamıştı, Haru'nun duymak istemediklerini. Şafak vakti av vaktiydi. "Yılanbalığı bu mu?" diye geçirdi aklından Haru, Yılanbalığı kelimesini bilen insanların bir elin parmağını geçmediğini düşünürken. Gyaku'nun şok içindeki bakışları geldi aklına, konuşamayıp cevap veremeyişi, üzerine genjutsu uygulanmış bir tavuğu andırıyordu o an. Gülümsedi Haru. Savaşa hazır değildi, fakat savaşmak zorundaydı. Etrafındaki insanlara bir can borcu olmasa da onları korumak için elinden geleni yapmalıydı, çünkü hepsinin bir geleceği, yaşayacakları hayatları vardı. Sadece bunlar için savaşıyordu Haru. İdealler, düşmanlıklar, yapılması gerekenler birer sözden ibaretti. Bir çocuğun korunması gereken hayatı ise bir elmastı, ve kimsenin bu elması çizmesine izin vermeyecekti. "Kendini hazır hissediyor musun?" dedi Jouichirou'ya, sadece onun duyabileceği bir ses tonuyla. Çünkü kendisi hazır hissetmiyordu.

Re: [Kusagakure] Yılanbalığı

Posted: February 10th, 2019, 5:22 pm
by Kitamura Susumu
Ucu paslanmaya yüz tutmuş oku ellerimde çevirdim bir kaç tur. Kırmızıya çalan gövdesinden tuttum ve baş parmağımla ittirerek ne kadar bükebildiğimi test ettim nazarımda. Esnek ancak sağlamdı, fakat yine de Fuu'nun sadakına girmeye layık görülmemişti. O kaybolduğundan beri de benim duyduğum özlemin aynısını çekiyor, köşede istiflenmiş eşyaların arasında, geri dönmeyi başaracak kardeşlerini bekliyordu elinden hiçbir şey gelmeden. Bugün, kardeşlerine kavuşacağı gün değildi, muhtemelen yarın da olmayacaktı, ertesi gün de, ve belki de bir ay daha. Bir kaç tur daha çevirdim oku, ardından masaya koydum yavaşça, sadaka girememiş diğer çeşitli okların yanına. Her biri Fuu'nun bir çok farklı yönünü temsil ediyordu kendimce. Birbirlerine zıt materyalleri, biri çok esnekken az ilerdekinin aşırı sert ve ince olması, dalga geçercesine rengarenk ve upuzun tüylü olanı... Hepsi tek bir vücutta binbir çeşit duyguyu, mimiği sergileyebilen kardeşimi anımsatıyordu bana. Savaş alanında daha ne olduğunu, neye benzediğini anlayamadan zarar vermeye odaklı olmaları da, bu benzerliğe son noktayı koyuyordu kafamda. Fuu, zarar vermeyi seven bir kızdı. Düşmanlarına kendini göstermeden işi bitirmeyi seven, onlara duygunun kırıntısını göstermeyen, ancak yalnız olduğumuzda beni sevgisine, duygularının her çeşidine boğan bir kız. İki aydır sırra kadem basmış vaziyette, kaybolduğu yerden bana zarar vermeyi başarabilen bir kız.



Doğruldum uzandığım yerde, ayaklarıma yığılmış battaniyeyi üzerime geri çektim ve sırtımdaki yastıkları düzelttim. Sırtım ağrımıştı biraz, biraz da başım ağrıyordu üç gündür olduğu gibi. Daha iyi hissetmek için yapmam gerekenler basitti aslında; kalkıp sobaya bir kaç odun atarak harlamak, ışıkları kısıp alevin loşluğunun salonu doldurmasına izin vermek, belki de sıcak bir duş alıp tekrar battaniyenin altına dönmek ve kitap okumak. Fakat kendimi cezalandırırcasına soğuk salonda, rahatsız koltukta uzanıyor, düşüncelere dalmadığım anlarda ise tiz bir sesin kulaklarımı doldurmasına izin vererek tavanı izliyordum. Kawakami'den döndüğümden beri yatağımda uyumamıştım. İnsanlar bu kadar huzursuzken rahat bir yatakta uyuyacak olmak batmıştı bir yanlarıma ama çaktırmamıştım bunu kendime seslice. Kawakami'de ve Doushi'de ölen arkadaşlarım, kayıp kardeşim, köyü sarmaya başlamış kara bulutlar, neşesiz Iori... Zihnim hep bu konular arasında gidip geliyordu uyumam gereken saatlerde. Enerjimi doldurmam gereken saatler kötü düşünceler arasında dolanmakla geçiyor, ertesi güne daha umutsuz bir şekilde başlamama sebep oluyordu. Köy hem aynı, hem de çok farklıydı döndüğümden beri: Norio Sensei Kei-san ile bir çocukları olacağını söylemişti yaşadıkları sevinci yansıtmaktan uzak bir şekilde. Kei-san beraber çalışmaya tekrar başladığımızdan beri daha sert davranıyordu bana, fakat kötü bir sebeple değildi. Risa uzun zamandır ayartmaya çalıştığı çocuğu elde etmiş ancak terk etme derdine düşmüştü şimdi de. Ryouma ise, gene aynı dingillikteydi ama döndüğümün ertesi günü, antrenman yapmayı teklif etmişti bana beni şaşırtır bir şekilde. Iori ile buluşacağım için reddetmiştim. İçme derdinde olan Risayı da, ağzıma sıçtıktan sonra gönlümü almak için yemek ısmarlayacak Kei-san'ı da, aynı sebepten geri çeviriyordum bir kaç gündür. Uyanır uyanmaz hazırlanıp, neşelendirmeyi bir türlü başaramadığım çocukla buluşup vaktimi onunla sessiz bir şekilde geçirmeyi tercih ediyordum. Önce biraz antrenman... Yo hayır biraz değil, epey bir antrenman. Ardından Nora'nın restoranında yemek, sonra biraz daha vakit geçirme, son olarak da evlere ya da hastaneye dağılış. Birkaç gündür aynı senaryodaydı günlerimiz, oldukça da sessiz. Sessizliğe rağmen Iori'yi tanımama engel olmuyordu geçirdiğimiz bu vakitler, onunla ilgili detayları bazen isteyerek, bazen de farkında olmadan hafızama kazıyordum gün geçtikçe. Gün geçtikçe daha iyi bir arkadaş oluyordu benim için, beni konuşmaya ya da istemediğim şeylere zorlamayan, güvenebileceğim bir dost. Her günün sonunda, yaşadığı mutsuzluğa daha da çok üzülüyordum. İçinde olduğu hisleri az çok tahmin edebiliyordum, sonuçta ben de ipucu olmaksızın yitip gitmiş bir parçamın ardını aylardır gözlüyordum. Tek fark, bende yollara koyulmayı teklif edecek cesaret yoktu. Çıkarsam karşılaşacağım sonuçlardan korkuyordum.

Saat kaç olmuştu? Yağmur durmuş muydu? Azaldığına göre duracak olmalıydı. Durmasaydı keşke. Köyümün yağmurları o lanetli topraklardaki gibi umutsuzluk dolu değildi benim gözümde, sesi beni rahatlatır, zihnimi sakinleştirirdi hep gök gürültüleri. İyi bir gök gürültüsü lazımdı belki de, zihnimi gene sarmaya başlamış düşüncelerden arındırmak için. Taşıdığım naaşlar geliyordu aklıma, köşelere iteleyip Fuu'nun unutmayı tercih ettiği oklar gibi gizlemek istesem de. Ve Gyaku'nun sözleri. Her hatrıma gelişinde huzursuzlukla harmanlanmış garip bir sabırsızlık sarıyordu bedenimi. Tekrar doğruldum uzanmaya çalıştığım yerde ve battaniyeyi yere attım. Yere atmamla eş zamanlı olarak da, kapım çalındı. Çağrılmıştım, istisna kabul edilmiyordu. Zaten bahane asla aramazdım ki! Neyi beklediğimi bile bilmediğim bir an gelmişti, nasıl reddederdim? Hızlıca içeri seğirttim, göreve uygun bir şeyler giydim; Iori'nin aldığı kazağı geçirdim üzerime, altıma ise rahat bir eşofman. Alın bandımı taktım, imzam olarak gördüğüm kırmızı işaretleri çizdim göz altlarıma hızlıca. Önce belimin sağına shinobi çantamı taktım, aksi yöne ise bu çantanın tam tersi bir amaca sahip olan diğer çantamı. Hızlıca yola koyuldum, daha vaktim olduğunu bilmeme rağmen evde durmak istememiştim. Kendimden beklemediğim bir şekilde salonu dağınık bırakmış, komşu teyzenin kapısındaki halı altına da yedek anahtarımı bırakmış, yardırmıştım çağrıldığım yere doğru. Iori'ye de bir yer kaparak oturmuştum ön sıraların birine. Geleceğini biliyordum, bu kadar insan buraya dolmuşken, önemli bir şeyler olacakken onun evde bırakılmayacağına emindim. Zaten, çok geçmeden haklı olduğumu da anlamıştım, Yanıma oturması için iyice yer açıp, hepten dolmaya başlayan odayı izlemeye koyulmuştum klasik sessizliğimizle.

Haru'nun sessiz gülümsemesine karşılık verdim, iki parmağımı alnıma götürdükten sonra parmaklarımı ona yönelterek selamladım. Onun bu görüntüsüne alışıktım aslında, kendini koruması gerektiğini, güneşin ona zarar verdiğini biliyordum. Arkasındaki Jouichirou'nun yakın zamanda kötü bir zehirlenme atlattığını da. Selamımı, ona da yönelttim. Hastanede olduğum vakitler bir kaç defa ziyaret etmiştim kendisini, taburcu olduğunu görmek beni sevindirmişti. Zehirler pek iyi olduğum bir konu değildi, onun hasta yattığı bu süre bu eksikliğimi sürekli aklıma getirmişti. Risa'yı aradı gözlerim, fakat onun yerine önce Kumo'yu seçti bakışlarım, ardından Teki ve Sakuma'yı. Hızlıca onlara da selam verip, Kumo'nun tek kalmaması için yer açmaya çalıştım Iori'yi azıcık ittirerek. Hızlıca "Gel, gel." yaptım çocuğa doğru, yeri ona açtığımızı anlaması için. Ardından tüm dikkatimi içeri giren Gyaku-san'a yönelttim, peşine Aisu ile Mitsuo'yu takmış, hızlıca konuya girmişti beni en vuran yerden. Tüm konuşmasını pür dikkat dinledim, dinledikçe de içimi saran sabırsızlığa biraz daha izin verdim. Fakat bu sabırsızlık bu sefer huzursuzluğa arkadaşlık etmiyordu, hırs ile harmanlanıyordu. İnsanların ayaklanışını izledim, ben de ayağa kalkmadan önce de Gyaku-san'a doğru başımı salladım hızlıca, anladığımı belirtircesine. İtirazımın olacağı, tereddüt edeceğim bir durum değildi benim için, hatta beklediğim bir andı bile diyebilirdim. İnsanları korumayı ne kadar istediğimi hatırlattım kendime, sivilleri, arkadaşlarımı... Zarar görmelerini engellemek, yaralarını sarmak için elimden geleni yapacaktım bu operasyonda, bundan emindim. Iori'ye döndüm harekete geçmeden önce, fakat bir şey demedim. Ne düşündüğünü görmek, ne düşündüğümü görmesi yeterliydi benim için.

Re: [Kusagakure] Yılanbalığı

Posted: February 10th, 2019, 10:30 pm
by Sayama Kumo
Sıradan, ve rutin hayatımda yine rutin olan nöbet görevindeydim. Güneş karşımda hafif turuncu rengi ile yerini Ay’a bırakmaya hazırdı. Hafif esintili rüzgar saçlarımın arasından sürüklenip gidiyordu. Belki bu rüzgar ölüm rüzgarıydı. Son günlerde duyduğum şeyler doğrultusunda pek şaşırmayacağım bir gerçek olabilirdi. Kusagakure eski neşesinin yerini huzursuzluk domine ediyordu. Ölüm ve yaşam. İnsanın karşısına böyle aniden çıkınca bir garip oluyor yahu! Korktuğumdan değil fakat hedeflediğim mertebede olan insanların katledilmesi beni bir hayli üzüyordu. İçimde farketmeden bir öfke ve kin birikmişti. Nöbette olmasam sesim kısılasıya kadar çığlıklar atabilirdim. Lakin köy zaten başka bir aksiyonu kaldıracak konumda değil gibiydi.

Dakikalar geçtikten sonra vardiyamı meslektaşıma emanet ediyordum. Yorgun vücuduma midem guruldamasıyla eşlik ediyordu. İlk başta eve gitmeyi düşündüm fakat babamın gereksiz milliyetçi yaklaşımları ve ablamın babamın aksine umursamazlığı beni delirtebilirdi. Bugün sıradanlığın dışı olarak bir restorantda yemeye karar vermiştim. Böyle arada kendimce kaçamak yapmak gerekiyordu, naparsın. Sokakta ne çocuklar görmüştüm ne tatlı çiftler. Sanki herkes sokakta katledilmekten korkmuşcasına evlerine sığınmıştı. İçimden kendi kendime konuşmaya başlamıştım.''Acaba başka köyde miyim ben? Heeeey canlansanıza.''Hüznün ve kederin seni böyle ele geçirmesine gerek yoktu. Böyle bir dönemde güçlü kalıp hep birlikte olmalıydık.

Restorantın kapısını açtığımda herkes yüzüme bakıyordu. Sanki silahlanmış 50 kişi sızma yapıyordu içeriye. Anlamsız bir 5 saniyenin ardından herkes ne yapıyorsa işine geri döndü. Bende bir sandalyeye oturup yemeğimin keyfini çıkaracaktım.

Gördüğüm ve bildiğim kadarıyla benim dışımda çoğu chuunin görevden dönmüştü. Ben ise paslanmış bir katana gibi rafta bekliyordum. Fakat yakında bir şey olacaktı ve ben kendimi ona hazırlıyordum. Her an, her an bir bildiri ve bildirge gelebilirdi. ''SOKAĞA ÇIKMA YASAĞI İLAN EDİLMİŞTİR''veya ''ELİ TUTAN HERKES MUHAREBEYE HAZIRLANSIN''fakat benim beklediğim ise sadece shinobilerin çağırılacağıydı. Kim napsın elin çiftçisini?

Eve doğru yola çıkmıştım. Sokakta gördüğüm tek şey shinobilerdi ve kurt görmüş kuzu gibi olan insanlar. Shinobilerin durumu da kötüydü. Benim gibi onlarda aynı şeyi düşünüyorlardı. ''Neden birileri bu köy için, bu barış için canını verirken biz boş boş oturuyorduk hiçbir şey yapmadan?''İnsan neden diye soruyor kendine. Aslında benim çektiğim sıkıntıların yanında onların çektiği daha mı fazlaydı? Bu konuda bencillik mi yapıyordum? Bilemiyordum.

Rüzgarın yanına ekürisi yağmurda eklenmişti. Sanki doğa da kızmıştı bu duruma. O da öfkesini böyle boşaltıyordu belki. Hepimizin aksine en azından o kendini bir şekilde rahatlatıyordu. Ben ne yapıyordum? Şimdi eve gidip o ikisinin boş muhabbetlerini dinleyecektim. O ablamın umursamaz davranışlarını hiç çekmek istemiyordum. Çok sinir ederse vurabilirdim diye düşündüm. Böyle böyle düşünürken eve farklı bir yolan gidiyor olacaktım ki yolu uzatmıştım. Eve vardığım saatte erken olmasa gerek.

Eve vardığımda yorgun vüdumu unutmuş, yerine kin ve öfke kaplamıştı. Ay gökyüzünde inci tanesi gibi parlıyordu. Soğuk rüzgar ise uykumu getirmeyen en önemli etkendi. Dış kapıyı çalmak için elimi tam tıklatacaktım ki duyduğum ses babamın olmalıydı. Düşündüğüm gibi. Bir arkadaşıyla gereksiz milliyetçilik taslayıp sanki elinde olsa ülkeyi kurtacakmış gibi konuşuyordu. Elimi indirdim. Dizlerimi kırdım. Üstüme düşen yağmur taneleriyle birlikte ağaç ve çimlerin hışırtısını dinlemeye başladım.

Sonunda bu köy için işe yarayacağım bir konu olacak mıydı? Hayallerime bir adım daha atabilecek miydim? Belirsiz bir olgu olurdu bu. Derken düşüncelerime genç bir shinobi katılıyordu. Aldığım haber karşısında şaşkınlıktan şaşıp kalmıştım. Ardından kulaklarıma kadar gelen ağzımı kapatamıyordum. Fakat şuan da bulunduğum bir durum ile birlikte çok da doğru bir davranış olmamıştı shinobinin önünde.

Bir çırpıda hazırlanıp yola koyuldum toplantı için. Heyecan basmıştı. Düşündüğüm şeyler tek tek oluyordu. İşte bu yüzden heyecanlanan vücuduma titreyen ellerim katılmıştı. Söylenenin aksine bir hayli erken geldiğimin farkındayım fakat daha önemli bir işim yoktu. Koskaca Kusachou çağırıyordu canım! İçeri girmeden önce kendimi düzeltmem gerekirdi. İnsanların karşısına şaşkın ve stresli çıkamazdım. Kocaman bir nefes, ardından içeri doğru yönelen adımlar.

Etrafıma hiç bakmadan yola koyulmuştum ki kafamı çevirmeye gelmeden herkes selamlaşmaya başlamıştı. Bu durum yine bir miktar üzmüştü beni. Fakat üzmesi gereken daha önemli durumlar olduğundan kendimi biraz kötü hisettim. Kafamı biraz daha gezdirip önüme dönecekken Susumu'nun beni yanına çağırdığını gördüm. Oraya doğru yöneldim. Sanırım benimle tanışmak istiyor ama biraz meşgul olduğumdan çok samimi olamadım maalesef. Selamımı verip yanına oturdum. Zira başka zaman olsa uzun uzun kendimi tanıtıp şatafatlı sözcükler ile süslerdim fakat pek zamanı değildi.

Gyaku-san’ın ardından Aisu-san ve Mitsuo-san odaya giriyordu. Anlatılanlar eşiğinde içimde biriken kin ve nefret bambaşka bir seviyeye gelmişti. Sinirden dayanamayan vücudum kendini gözyaşlarım ile boşaltıyordu. İlk gözyaşı konuşurken damlamıştı. Gyaku-san’ın dedikleri sonrasında kendimi tutamadan bağırmıştım. Gözlerimdeki yaş durmuyordu artık. Böyle bir olay yaşanmasa kendimi böyle milliyetçi bileceğimi sanmıyordum. Her birini onların intikamı için katledecektim.

Re: [Kusagakure] Yılanbalığı

Posted: February 11th, 2019, 3:40 pm
by Moriai Jouichirou
“Yaşıyor muyum?”

Nemli ve sıcak bir kasaba güneşinde paslanmış iki metalin birbirine sürtündüğünde çıkaracağı kurulukta bir sesle dökülmüştü kelimeler ağzından. Diş etlerine kadar kurumuş ağzının ikinci bir kelimeden söz edecek mecali yoktu. İlk duyduğu ses kendi sesi iken, etraftaki sesler yavaşça netleşiyordu. Önce borudan akan su sesi, arkasından dijital bir uyarı sesi... Borunun içinde akan su sesinin koluna kadar ulaştığını hissetti. Hava bile üzerinden kayamayacak kadar kurumuş boğazından derin bir nefes almaya çalıştı, kulaklarında bir uyarı sesi daha çınladı. Son çınlamanın ardından uzaktan birkaç adım sesi duydu, biraz aceleci ama kendinden emin adımlar. Adımlar uzaklaşırken, sürgülü bir kapıyı hareket ettiren tekerleklerin çıkardığı ses yankılandı kulaklarında. Yer çekimi kollarına fazladan mesai yapıyordu. Yüzünü uzandığı yerden sağa doğru çevirdi. Afilli bir kimyasal kokusu burnuna doldu usulca. İçinde biraz ter, biraz da sidik vardı... ve beklemediği derecede kan kokusu seziyordu uzaktan gelen alt notalarda. Nefes almaya çalıştı tekrar, boğuluyor gibiydi. Duvarları rutubetten kararmış, nem dolu bir odada nefes almaya çalışmak gibiydi. Nerede olduğu düşüncesi nöron ağlarında sonsuz hızla gezip cevap bulmaya çalışırken, o nöronlardan birine saklanmış bir soruya çarpıp tüm beynini bloke etmişti. "Yaşıyor muyum?" Düşünce akışı bir anda gerisin geriye dönüp, kendiyle alakalı soruyu unutup nasıl kurtulduğunu aramaya başlamıştı beyin çeperlerinde. Sorusuna cevap bulamıyordu... Önce odanın vücut sıvılarıyla karışmış kimyasal kokusu uzaklaştı burnundan, ardından belirli aralıklarla bipleyen makinelerin sesleri. Gördüğü simgeyi ve karşısında konuşamadığı kişiyi hatırladı. "Rab seni unutmadı.". Ne anlama geldiğine anlam veremiyordu Jouichirou. Bugüne dek dünya dışı ulu bir varlık hakkında kendisine hiçbir şey anlatılmamıştı. Şimdi ise kendisini kurtaranın Rab olduğu düşüncesi dolaşıyordu beyin çeperlerinde. Gördüğü rüyanın beyninde yarattığı gerçekliği algılamak, kendi gerçekliğine sahip Jouichirou için bile fazlasıyla güçtü. Tek yapması gereken kalkıp su içmekti, sadece biraz hareket etmeye ihtiyacı vardı. Kasabanın ortasında yerde yarı ölü bir şekilde yatarken yaşadıkları vücudunun üzerinden bir rüzgar gibi akıp geçmişti. O rüzgar beyin hücrelerinin üzerinden kalkarken yavaşça, derin bir nefes almaya çalıştı tekrar. Derin nefesle birlikte bir bipleme daha çınlamıştı kulaklarında. Duyuları ve bedeni bulunduğıu odanın hacmine yayılmış gibi hissediyordu. Bedeni odanın duvarlarından sürünerek ilerliyor, duvara asılmış eşyaların üzerinden yürüyor, sürgülü kapının üzerindeki aynayı hissediyordu. Biraz daha ileride duvara asılmış kıyafetleri eliyle tutacak gibi oluyordu ama ellerini kımıldatamıyordu bile. “Bip!”. Bipleme sesiyle dağıldığı odadan toplanmıştı vücudu. Her bip sesiyle bir şeyler yerine oturuyor, her sessizlikte dağılıyordu. Hangisinin gerçek olduğunu kavramak güçtü. Aklına gelen kelimelerden onlarca soru üretiyor, vücudu parça parça dağılıyor. Yattığı yere eriyordu vücudu zaman geçtikte.

1 hafta sonra. Kusagakure Hastanesi.

Son haftaya dair hatırladığı tek şey Kusagakure hastanesinde bir odada yattığıydı. Kawakami kasabasında kendisine yapılan ilk müdahaleye ait ise hayal meyal birkaç görüntü vardı. Kawakami'de bulunan hastaneye nasıl getirildiği, kendisini kimin kurtardığı veya Kusagakure'ye tekrar nasıl döndüğü ile ilgili hiçbir fikri yoktu. Bildiği tek şey bir haftadır aralıksız olarak damarlarına verilen şeffaf sıvının her gün tekrar tekrar yenilendiği ve kendisini her gün aralıksız ziyaret eden Haru'ydu. Hayatının büyük bir bölümünü kendi kendine "zuijinler ile birlikte" geçirmiş Jouichirou için her gün ziyaret edilmek çok alışılmış bir şey değildi. Bir yandan Haru'nun kendisi ile bu denli yakın olması iyi hissettiriyordu bir yandan ise daha önce başka birine karşı güven duymamanın vermiş olduğu karışık hislerin içinde buluyordu kendisini. Güneşe yasaklı kız ise Jouichirou'nun tüm garipliklerine rağmen sürekli yanında olacağı hissiyatını veriyordu... Medic-Nin olması sebebiyle hastaneye sıkça gelip giden Susumu da uğramıştı Jouichirou'nun yanına, çıktıkları görevde Iori'nin gözü gibi koruduğu kılıcını kaybettiğini öğrenmişti ondan. Iori'nin nasıl bir durumda olduğunu sadece hayal edebiliyordu. Susumu da Iori kadar üzülmüştü gördüğü kadarıyla, yalnız bu üzüntü kılıcın kaybolmasından ziyade Iori'nin üzgün olmasıyla ilgiliydi... Sadece birkaç gündür yürüyebilecek veya kendi yemeğini yiyebilecek durumdaydı. Baş ucu sehpasında duran defterine doğru uzandı. Son görevde notlarını aldığı sayfayı açtı. Sayfanın en başı sıradan görev notlarıyla doluydu, aynı sayfanın alt kısmında ise Jouichirou'nun gördüğü simgenin aynısı karalanarak çizilmişti. Sayfanın orta kısmında yuvarlak için aldığı "Kahinin Öğrencileri" kelimesine baktı. Kafası soru işaretleri ile doluydu. Kendisine zehri uzatan kadını geçirdi aklından. Kendisini öldürmek gibi bir fırsatı varken neden sadece zehri uzatıp sonra da ortadan kaybolmuştu. İsteseydi zorlanmadan öldürebilirdi Jouichirou'yu. Belki de bu yaptığı kendisi için savaşacak shinobiler bulmasına yarıyordu... Gözü aynı sayfada bulunan, biraz daha yukarıdaki tırnak için alıp soru işareti koyduğu cümleye takıldı. Soru işaretini karaladı ve üzerine bu fikrin tamamen yanlış olduğunu belirtecek bir eksi işareti koydu. Zehir insanlara bir şeyler yaptırmıyordu, onları direk öldürmeye yönelikti. Bir şeyleri yaptıran zehri veren kadındı. Bu kadar kolay bir şekilde bir etki altına girmiş olmasına anlam veremiyordu. Hiçbir şey sezmemişti, hiç farkında olmamıştı. Kendisini bir anda kadının etkisi altında bulmuştu. Sayfanın en alt satırlarına kaydırdı gözlerini. Üzerine defalarca kez aynı cümle yazılmış olan satıra baktı. "Rab seni unutmadı.". Defterden gözlerini ayırıp gökyüzüne baktı. Birkaç dakika boyunca izlediği gökyüzü sessizliği kaldığı hastane odasının kapısının açılması ile bozuldu.

Kapıyı açan kişi kendisini taburcu etmek için kıyafetlerini getiren hemşireydi. Yaşlı kadına teşekkür ederken açık kapının ardından Haru'yu gördü. Haru bugün de gelmişti kendisini ziyarete. Yüzünde bir gülümseme vardı. Jouichirou'nun gülümsemek için kullandığı mimikleri paslanmaya yüz tutmuş olsa da karşılık verdi Haru'ya. "Bir yuduma daha hayır demem." dedi suratındaki gülümsemeyle birlikte. Haru'yu kendine yakın biri olarak görse de, ondan bir miktar da korkmuyor değildi. Özellikle Kawakami'de son kez yolları ayrıldıktan sonra yaşadıkları ve bunların üstünden bu kadar rahatça gelebilmesi onun ne kadar güçlü bir shinobi olduğunu gösteriyordu Jouichirou'ya. Her ne kadar savaş alanının dışında oldukça sakin biri olarak görünse de, savaş alanında mızrağını eline aldığında gözle takip etmesi zor bir savaşçı haline geliyordu. Haru ve hemşire kapıdan dışarı çıktılar. Haru kapıda beklerken Jouichirou üstünü giyindi. Günlerdir üzerine yapışmış olan hastane kıyafetlerinden kurtulmuş olmanın verdiği rahatlık hissiyle kapıyı açtı ve dışarıya adımını attı. Haru ile birlikte dışarı çıktıklarında güneş batmak üzereydi. Köyde ise Jouichirou'nun alışık olmadığı bir hareketlik var gibiydi. Jouichirou günler sonra tekrar özgürce yürüyebilmenin tadını çıkarmaya başladığı anda Haru kendisine savaş ile ilgili düşüncelerini aktarmıştı. "Haklısın Haru-san bizim bu güç oyununda birer piyondan farkımız yok. Bu fikir her ne kadar gerçek olsa da Kawakami kasabasında gördüklerimden sonra o insanların savunulmaya ihtiyaçları olduğu fikri aklımdan çıkmıyor. Onların düzgün şartlarda yaşamasını sağlamak bizim görevimiz. Her ne kadar emirleri yerine getirememiş olsam da, görevin başarısız olduğunu söylemeyiz" dedi ve birkaç saniyeliğine duraksadı. "'Senin sayende tabi. Ayrıca o zehri içmeseydim asla göremeyeceğim şeyler olacaktı. Boş bir vaktimizde sana anlatmak istediğim şeyler var."

Görev çoktan verilmişti kendilerine, yolculuklarının varış noktası belliydi. Kendilerine verilecek yeni görevi dinlemek için Gyaku-sensei'nin kendilerini bekledikleri yere doğru ilerliyorlardı. Binaya vardıklarında sözleşilen saat daha gelmemişti. İçerisi ise olabildiğince ciddi ve karamsar hissettiriyordu Jouichirou'ya. Diğer shinobiler gelmeye başladılar. Haru gelenlerle selamlaşırken Jouichirou da başını selam verircesine yukarı aşağıya hareket ettiriyordu her göz göze geldiği kişiyle. Etrafında duran insanların hepsini hem akademiden hem de köyden tanıyordu Jouichirou. Her ne kadar herhangi biriyle çok yakın bir ilişkisi olmasa da, illaki zamanında akademide birbirlerine kunai fırlatmışlıkları vardı. Göreve çağrılan herkes binaya geldikten sonra Gyaku ciddi bir şekilde konuşmasına başladı. Bir komutan edasıyla giderek yükselen, cesaretlendirici bir konuşma yaptı. Sıradan bir shinobi olsa içinde bir şeyler alevlenebilir, kapıdan çıkıp Kawakami'ye kadar koşabilirdi. Jouichirou için ise bu sadece Haru ile birlikte gireceği yeni bir savaş anlamına geliyordu. Hastaneden yeni çıkmış olmanın verdiği hamlıkla yeni bir savaşta ne kadar etkili olabileceğini bilmiyordu ama şu an savaşmamak gibi bir durum söz konusu değildi. Şafak vakti bulunması gereken bir sınır vardı ve yola çıkmak için son hazırlıklarını tamamlamaları gerekiyordu. Gyaku konuşmasını sonlandırırken Jouichirou odada bulunan shinobilere göz gezdirdi. Hepsinin sapasağlam geriye dönebilmesini umuyordu, özellikle de kendisinin. Neredeyse iki haftadır chakrasını yoğurmamıştı. Bu yüzden bu gecenin sabahında sınırlarını zorlaması gerekecekti. Kapıdan dışarıya çıkarlarken Haru sadece onun duyabileceği bir sesle göreve hazır olup olmadığını sordu. Jouichirou, Haru'nun suratına baktı birkaç saniye boyunca. Verecek bir cevabı yoktu, hazır olup olmadığını bilmiyordu. "Bir şeyi değiştirir mi?"

Re: [Kusagakure] Yılanbalığı

Posted: February 11th, 2019, 10:27 pm
by Kumo Sakuma
Kollarını göğsünde kavuşturmuş bir şekilde memnuniyetsizce yürüyordu. Artık hava soğumaya başlamıştı, dolayısıyla ayak bileklerine kadar uzanan pelerinini sırtına almıştı. Amegakure'nin kasvetini bu topraklara taşımayı gaye edinmişçesine çiseleyen yağmurdan korunmak için pelerininin kapüşonunu da başına geçirmişti. Islanıp üşümesine sebep olacak kadar yağdığından değil ama yağmurun yağış şekli sinirlerini hoplatıyordu.

Ayaklarıyla önüne çıkan taşları tekmeleyerek ağır ağır yürüyordu. Varış için bir hedefi yoktu. Pek büyük bir yer değildi Kusagakure, dolayısıyla kafasını dağıtması gerektiğinde dolaşarak kendini eğlendirmesi veya dikkatini dağıtacak şeyler görmesi de çok mümkün olmuyordu. Kaybolmak istercesine rastgele dönüşler yapıyor, daha önce denk gelmediği bir sokakla karşılaşmayı umuyordu ama nafile. Burada mümkün olmayacaktı bu. Kendini bilmediği bir evin önünde bulmayacaktı, ilgisini çekecek bir bahçeyle karşılaşmayacaktı, dönüş yolunu kaybetmeyecekti hiç buralarda. Sıkıntıyla iç çekti. Üzerindeki huzursuzluğu atamıyordu.

Alkole biraz da bu yüzden sarılmıştı bir kaçış yolu olarak. İçtiğinde bedeninin nerede bulunduğu pek önemli olmuyordu. Zihninin ayıkken gizlenen kapıları açılıyor ve onu bilmediği, ya da en azından yolun her adımını henüz ezberlemediği yerlere götürüyor ve hayalini kurduğu bu kaybolma hissini biraz olsun tatmasına olanak sağlıyordu. Kolaydı. Uzun vadede beyin hücrelerini çürütmesi dışında da bir zararı olduğunu düşünmüyordu. Uzun vade. Zaten kaç shinobi yaşlanıp emekli olmanın hayalini kurma lüksüne sahipti ki bir de bunamamaya uğraşsın? Değer miydi?

Görevden döneli birkaç hafta olmuştu ve o zamandan beri hayatında pek bir hareketlilik olmamıştı, üç kaçağı da sağ sağlim getirebilmişlerdi Kusagakure'ye. Teki de Sakuma da fiziksel bir zarar görmeden başarıyla tamamlamıştı görevlerini. Bunun büyük bir rahatlık olduğunu biliyordu, özellikle de köydeki diğer shinobilerin yaşadıklarıyla kıyaslanırsa. Örneğin Jouichirou'nun son bir haftasını hastanede geçirdiğini duymuştu. Özellikle de şu çalkantılı dönemde, köydeki diğer shinobilere kıyasla çok daha risksiz bir görevde yer aldıklarının farkındaydı. Kendini şanslı sayıyordu saymasına, ama aynı zamanda da Sakuma'yı çok derinden rahatsız eden bir şeydi bu. Kendini çok daha zorlayabilirdi, köye daha fazla yardımı dokunabilirdi, kendini daha büyük risklere atabilirdi. Çok umrunda değildi başına gelebilecek kötü şeyler. İşe yaramak istiyordu. Kendini kanıtlamak istiyordu. Bencil kabul edilebilecek bir insan olmasına rağmen takdir toplamak da değildi derdi. Sadece dahil olmak istiyordu işte, bir işe yaramak.

Köye getirdikleri yaralı kızın öldüğü haberi gelmişti kulağına. Görevi kağıt üstünde başarıyla tamamlamış olabilirlerdi, üstüne bir de ummadıkları şekilde önemli bir bilgi elde ederek köye dönmüş olabilirlerdi. Ama bunların hiç biri içinde bulunduğu durumun moralini bozmasının önüne de geçemiyordu bir türlü. Kızın ölümü ne Sakuma'nın ne de Teki'nin suçuydu, ama böylesine tatsız bir şekilde sonuçlanan bu olaylar silsilesine şahit olmak kendini iyice işe yaramaz hissettirmişti. Zaten ortalık çok karışıktı, sınır bölgeleri iyice hareketlenmişti. Kayıplar vermişlerdi, shinobiler kaybetmişlerdi. Bu sırada sivillerin de can verdiğini biliyordu herkes, dolayısıyla halk da huzursuzdu. Endişeliydi. Ve Sakuma onlara endişelenecek bir şey olmadığını telkin edebilmeyi diliyordu, onları korumak için savaşacak bir sürü shinobi vardı bu güzel köyde. Sadece kendini riskli görevlere atmaya gereğinden fazla eğilimli olan Sakuma değil, akademide kendisiyle yetişmiş diğer shinobilerin de ellerinden geleni yapacaklarından şüphesi yoktu.

Artık olay bambaşka bir boyuta gelmişti. Huzursuzluğun halk seviyesine inmesiyle birlikte büyük bir kaosun da yaklaştığını öngörebiliyordu Sakuma. Artık adım atma vakti gelmişti. Bir şeyler olacaktı ve yakında olacaktı. Sakuma ise elinden geleni yapacaktı.

Dilekleri duyulmuştu, üstün bir güç içinde biriken hırsı hissetmiş olmalıydı. Akşam yürüyüşünün ortasında aniden Kusachou binasına çağırılmıştı. Binaya yaklaşırken kalp atışları hızlanıyordu.

Çok fazla tanıdık sima bir aradaydı bu odada. Girerken Haru'yla karşılaşmış ve selamlaşmıştı, Jouichirou'nun da hastaneden taburcu olmuş olduğunu görmüştü. Bir kayıp daha vermemiş oldukları için mutluydu, Jouichirou'yu ayakta gördüğüne sevinmişti. Kalabalığın içinde gözlerinin buluştuğu Susumu'ya da selam verdikten sonra Teki'yi gördü nihayet. Hızlıca ona doğru yürüyüp yanındaki yere çöktü. İkisi de birbirinin aklından ne geçtiğini çok iyi anlıyordu, teyit etmeye gerek yoktu.

Herkes sessizce oturuyordu. Sakuma insanların yüz ifadelerinden veya birbirleriyle konuşma şekillerinden durumu tayin etmek istemişti ama pek ipucu bulamamıştı. Panik yoktu etrafındaki suratlarda, korku yoktu, endişe yoktu. Sadece kararlılık vardı. Bekliyorlardı.

Gyaku ardında Aisu ve Mitsuo ile odaya giriş yapana kadar da beklemeye devam ettiler sessizce. Gyaku sandalyelere yerleşmiş shinobilerin karşısına geçerek konuşmaya başladığında, Sakuma köyün verdiği kayıpları düşünerek kendi zihninin içinde kaybolmuştu bile. Nefret olarak tanımlamak istemiyordu göğsünde biriken, giderek ısındığını hissettiği bu hissi. Ateş gibi bir şeydi ama nefret değildi, hırstı belki de. Her ne ise giderek büyüyordu ve Sakuma'yı heyecanlandırıyordu. Duygularını bastırmasına yardımcı oluyor, zihnindeki karar mekanizmasının işleyen her parçasına yayılarak izini bırakıyordu. Hazırdı. Vücudu hazırdı, zihni hazırdı. Geleceklere ve olacaklara, yapılacaklara tüm varlığıyla hazırdı.

Re: [Kusagakure] Yılanbalığı

Posted: February 11th, 2019, 11:56 pm
by Kasumikage Teki
Hafif çiseleyen yağmur ve esmekte olan tatlı rüzgar vücudunun üstünde dans ediyordu adeta. Akşam yemeğinden sonra ailesi ile biraz vakit geçirdikten sonra hızlıca evden dışarı atmıştı kendisini. Ailesi ile vakit geçirmeyi ne kadar seviyor olsa da, şu an mutlu aile tablosunu yaşamak kendisine iyi gelmiyordu. Evin kapısını kapatıp kendini bahçede bulduğu anda, orta kısımlara doğru ilerledikten sonra yere oturarak, bacakları ile bağdaş kurmuş ve meditasyonuna kendisini hazırlamıştı. Yağan yağmur yüzünden ıslanmaya başlayan kıyafeti, derisine yapıştıkça rahatsız olmuştu. Hızlıca üstünü çıkarıp bahçenin bir köşesine atmış, yağmurun ve rüzgarın tüm vücudunda rahat bir şekilde dolaşmasına izin vermişti. Yanına aldığı iki eşya vardı meditasyonunda bulundurmak istediği. Bir tanesi en değer verdiği şeylerden birisi olan katanası Kitsune. Diğeri ise henüz pek değer vermediği ancak kullanmaya karar verdiği diğer katanası, Haruka...

Son görevinde karşılaştığı ve tüm görevinin var olmasına sebep olan kaçak kunoichinin adını, katanasına vermiş olması, düşününce hiç Teki'ye yakışan bir hareket değilmiş gibi duruyordu. Kusagakure'ye bağlı olan, hatta bu bağlılığının kişiliğinde büyük etkisi olan bir shinobinin, aynı köye ihanet etmiş başka bir shinobinin adını katanasına vermesi. Düşününce sahiden mantıksız gibi geliyordu kulağa. Ancak Teki'nin gözünden bakınca hiç tanışmamış olduğu Haruka'nın ona etkisi büyük olmuştu. Görev esnasında, anın siniri ile belki de yanlış kararlar almıştı ve bu kararlar Haruka'nın ölümüne yol açmıştı. Kızın öldüğü haberini aldığından beri bu düşünce beynini kurcalıyordu. Çünkü bir takım üyesini kaybetmenin ne anlama geldiğini biliyordu Teki. Rei'yi kaybettiğinde yaşadıklarının çok daha ağır bir halini Kendo kullanıcısı Ise'nin yaşadığını biliyordu. Çünkü Haruka, Ise için sadece bir takım arkadaşı değildi... Aynı zamanda aşık olduğu kişiydi. Biraz daha ılımlı davransaydı ve Megumi'ye yardım etseydi belki Haruka'yı kurtarabilirlerdi. Aklına durmadan bu düşünce geliyordu. Göz göre göre bir takımın üyesini kaybedeceği bir durumda kılını kıpırdatmamıştı. Aynı olay Sakuma'nın başına gelseydi ve kimse yardım etmediği için onu kaybetseydi hayatı kararırdı Teki'nin. Yağmur damlaları vücudundan akarken gözlerinden boşalan gizli yaş bile bunu kanıtlıyordu...

Önce mavi kabzalı Kitsune'yi kınından çıkararak kucağına yatay bir şekilde yerleştirmişti. Sonrasında ise Haruka'yı almış, annesi Sencha'dan aldığı gri kınından çıkarmıştı katanayı. Onu da Kitsune'ye paralel bir şekilde kucağına yerleştirdikten sonra keskin kısımlarına vuran yağmur damlalarına bakmıştı bir kaç saniye boyunca. İki katanayı aynı anda kullanmayı bilmiyordu. Kitsune'nin başına bir şey gelmediği sürece Haruka'yı kullanmayacağından da emindi. Yine de yanında tutacaktı silahı. Fiziksel bir işe yaramasa bile Teki'nin bir emin bir şekilde verdiği kararın ona etkisini hatırlatarak mental bir düşünce kontrolü görevi görecekti. Gergin ve ani karar verilmesi gereken anlarda ona en azından bir kez daha düşünmeyi hatırlatacaktı. Köyü için, Sakuma için, arkadaşları için ya da kendisi için. Eyleminden önce bir kez daha soruşturacaktı kararını. Vereceği kararın yükünden biraz daha emin olabilmeye çalışacaktı...

Son görevinde yaşadıklarının dışında genel gerçekleşen olaylar da Teki'nin canını sıkıyordu. Köydeki gergin hava, gelişen olaylar ve Riaru denen adamın bilinemeyen planları. Sisli bulutlar shinobilerin tepesinde dolanmaktaydı ve kolay kolay dağılmayacakları belliydi. Diğer tanıdığı Kusa shinobilerinin aksine Sakuma ve Teki'nin görevi oldukça masumdu. İori ve Susumu çıktıkların son görevden fazlasıyla etkilenmişlerdi. Haru ve Jouichirou da aynı şekilde. Hatta Jouichirou'nun halen hastahanede olduğunu biliyordu. Gözleri kapalı bir şekilde kafasını gökyüzüne doğru çevirdiğinde arkadaşının iyileşmesini diledi istemsizce. Başarılı bir shinobinin, başarılı bir arkadaşının kaybına hazır değildi. Yağmur halen sükunetine devam ederken iç karartıcı düşünceleri aklından salmaya odaklandı Teki. Derin alıp verdiği nefesler ile beraber ağzından her hava verdiğinde bir düşünceden daha arınmaya uğraştı. Kötü düşüncelere kapılmak kolay ancak onlardan kopmak zordu. Enteresandır ki, gergin bir anda insanlar olumlu düşünerek kendilerine destek olmak yerine, olumsuz düşünerek olayları daha da zorlaştırmaya çok daha eğilimliydi. Fakat Teki ve arkadaşları normal insanlar değillerdi. Bir shinobi olarak aşmaları gereken insani sınırlar vardı ve bu sebeple olumsuza takılmak yerine olumludan güç alarak önlerini açmaları gerekiydi. Duruma göre ne kadar zor olursa olsun bunu yapmak zorundalardı. Shinobi dünyası kişilere istediklerini yapma keyfini vermiyordu...

"Teki. Bir shinobi geldi. Kusachou binasına çağırılıyorsun."

Aniden omzuna konan el ile babasının sesini duyması sonucu istemsizce sıçramıştı Teki. Düşüncelere çok fazla dalmış, zihnini aydınlatmaya çalışırken çevreye duyarsız hale gelmişti. Söylediklerini anlamamıştı Yamamoto'nun. Bir kez daha tekrar etmişti babası durumu anlayarak. Kusachou binasına çağırılıyordu. Bu saatte o binaya çağırılmasının mutlu edici bir sebep yüzünden olmayacağının bilincindeydi. Yamamoto'nun yüzündeki ciddiyet de bunu gayet kanıtlar nitelikteydi. Oturduğu yerden kalkıp iki katansını da kınlarına soktuktan sonra evin kapısından içeri adım atmıştı babası ile beraber. Kapıdan girdiği gibi elinde bir tshirt ile Sencha'yı görmüştü Teki. "Teşekkür ederim anne." diyerek almıştı kıyafeti annesinden. "Bahçedekini ben alırım. Sen şimdi görev başına." dedikten sonra alnına bir öpücük kondurmuştu oğlunun Sencha. Hafif kızaran yanakları ve babasının bıyık altından gülüşü eşliğinde görevi shinobinin yanına giderken, aniden alın bandını da bahçede unuttuğu gelmişti aklına. Tam geri dönmeye hazırlanırken Yamamoto'nun omzunu tutması ile hareketini durdurmuştu. Babasının kendisine uzattığı alın bandını alıp, alnına bağladıktan sonra "Hep arkamı topluyorsunuz. İkinize de teşekkür ederim." dedikten sonra görevli shinobi ile beraber evi terk etmişlerdi...

Çıkmadan önce kapının yanında duran askıdan ceketini almakla iyi etmişti. Bahçede konsantrasyon halindeyken çok dikkatini çekmemiş olsa da hava gayet serindi. Hasta olmak hiç işine gelmezdi. En azından şimdi kırmızı ceketinin içinde daha iyi bir vücut ısısı ile Kusachou binasına doğru yol alıyordu...

Binana planlanandan çok daha erken gelmişti. Toplantı odasına girdiği gibi ilk Haru ve Jouichirou ile karşılaşmıştı. Bu gergin anda gereksiz bir muhabbet ile rahatsızlık vermek istemiyordu. Bu sebeple sadece yanlarına giderek "Çok geçmiş olsun Jouichirou-san." demişti kafasını hafifçe eğerek. Lafını sonlandırdığı gibi Haru'ya da kafası ile selam vermiş. Sonra vakit kaybetmeden ön sıralardan birinde gözüne kestirdiği yere oturmuştu. Odada bulunan tüm diğer chuunin ve jouninlerin arasında tanıdık bir sima arıyordu. Aslında özellikle Sakuma'yı arıyordu gözleri. Arkadaşının yanında olmasını istiyordu ancak hiçbir şekilde görememişti dostunu. O sırada uzaklardan Susumu-san'ın kendisine selam verdiği fark etmişti. Aynı şekilde karşılık verdikten sonra ise gözleri Sakuma'yı aramaya devam ediyordu. Tam aramaktan vazgeçmişti ki birden yanına oturmakta olan kişinin Sakuma olduğunu fark etmiş ve şaşkınlığı ile beraber istemsizce sırıtmıştı arkadaşına. Şu gergin ortamda bile Teki'nin sırıtmasını sağlayan tek şey dostu Sakuma olmuştu bir kez daha. Yarım saatlik beklemenin ardından Gyaku önderliğinde Aisu ve Mitsuo'nun odaya girmesi ile birlikte toplantı başlamıştı.

"Kusagakure için."

Re: [Kusagakure] Yılanbalığı

Posted: February 12th, 2019, 5:53 pm
by Tsujihara Iori
Görevimizin yasal olarak başarılı veya başarısız oluşu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ancak benim neznimde, çuvallamaktan beter olmuştuk. Kawakami ve Doushi olayları hakkındaki köyün istihbaratı üzerine sahaya gönderilmiştik. İlerleme de kaydetmiştik. Ancak acizliğimiz yüzünden hiç bir şey yapamamıştık. Bir araba adamın yerleşkeden kasabalara ilerleyişini izledik sadece. Bunun belki de en büyük sorumlusu bendim zira kılıcıma karşı tahmin edemediğim bir bağım vardı. Resmen onu bulmak için görevi tehlikeye atmıştım.

Tehlikeye atmaktan da öte, başarısız olmuştum. Susumu ile engelleyebilirdik o saldırıyı, engelleyemesek bile hafifletebilirdik. Ya önceden bir şekilde bilgi göndererek, ya da o arabaları sabote ederek. Ancak kılıcımı aramayı yeğlemiştik. Susumu'ya kızmıyordum. Burada kızdığım tek kişi bendim. Israr etmeseydim bunlar olmayacaktı. Elinde sonunda zaten kılıcımı da bulamamıştım. Yani, hiç bir şey elde edememiştik. Toplantı ile alakalı bir kaç bilgi kırıntısı sadece. Değer miydi onca yaşama? Bilmiyordum. Bunun kararını ben veremezdim.

Karar verebileceğim tek şey daha fazlasını denemeye kendimi ikna etmek olacaktı. Başkalarının ölmemesi için, daha fazla insanı yarı yolda bırakmamak için daha fazla uğraşacaktım. Belki ölenlerin kanları elimdeydi, belki de değil. Bunun kararını ben veremezdim. Ancak ilerisi için bir fark oluşturabilirdim.

İnsanların ölebileceği konseptine artık alışmış olmam gerekirdi, ancak her yeni deneyim beni farklı bir yerimden yaralıyordu.

Hep görev başında can verebilecek oluşumunuzun bu işin bir gerekliliği olarak görürdüm. Yani bu bir gün illa olacaktı, ancak o güne kadar yapabildiğimiz her şeyi yapmalıydık. O gün gelir ise, kaderimizi kabullenerek ölümün kapısından geçecektik. Çok romantik bir düşünceydi. Bir şey için can vermek. Bir fikir uğruna hayatınızı hiçe saymak. Bir bebek sabah uyanabilsin diye sizin sonsuza kadar uyumayı tercih etmeniz.

Sizi gelip suratınızdan vurana kadar romantik düşüncelerdi bunlar. Kahramanlık hikayelerinden farksızdı. Ancak gerçek, bundan çok farklı bir noktadaydı. Çamurun içinde istiflenmiş bedenleri hatırladığımda içim ürperiyordu. Bazen ise gerçek ile hayal birbiri arasına giriyor, çamurda yatan birisinin suratında kendimi görüyordum. Korkuyordum. Benim yaşamam için ölen her silah arkadaşımdan sonra sıra yavaş yavaş bana geliyordu. Bir gün o kanlı çamurun içine ben de gömülecektim. Sadece an meselesiydi.

Tabii, bu korku hiç bir zaman bir şeyler yapmama engel olmayacaktı. Her ne kadar sıra bana geliyor olsa da, yanımda sırasını kaybedenler için bir kişiyi daha götürecektim karşı taraftan. Korkunun önünde, sinirim ve iradem duruyordu.

Bu irade ve korkunun can alan taraf ben olduğumda kayıp oluşu ise hala beni çıkmazda bırakan bir durumdu.

Bu bir avantaj mıydı? Ölen silah arkadaşlarımın öcünü alırken düşünmeyecektim. Ne keyif, ne hüzün, ne de tereddüt. Kana kan, dişe diş. Olması gereken bu muydu? Bilmiyordum. Tek bildiğim şey, bizden bunun istenmiş olmasıydı. Avlanmak ve öç almak. Üstlerimizin istediği şey bu kanlı karşılaşmadan hayatta kalan taraf olarak çıkmaktı.

Sanırım bunu yapabilirdim.

Tereddüt etmek sizi ölüme bir adım daha yaklaştıran bir olguydu. Bir karar verdikten sonra ikinci ihtimalleri düşünmeye kalkmak yersizdi. Kararımı, çamurdaki cesetleri gördükten bir kaç saniye sonra çoktan vermiştim. Eğer emir gelirse, öldürecektim. Bu seferlik ölüme karşı olan hissizliğimi bir kenara koyacak ve kalbimdeki boşluğu yutacaktım. Kusagakure için bir silahtım ben ve o bana nereye saldıracağımı söylediğinde hazır olacaktım.

Toplantı alanına vardığımda çoktan gözlerimi kısmış ve dikkatimi tamamen açmıştım. Susumu'nun yanına oturdum ve o sırada bize selam veren Haru'yu gördüm. Elimi sallayarak ona selam verdim ben de. Jouichirou'nun yanındaydı hep, ziyaret saatlerini kaçırmadığını duymuştum. Gözlerimi Jouichirou'ya kaydırdım, kendinde görünüyordu. Onlar da bu çarpışmada yanımızda olacaklardı. "Kaybetmek istemediğim bir çift silah arkadaşı daha" diye düşündüm.

Etrafıma baktım. Sakuma, Teki, Kumo... Akademi yıllarından tanıdığım bir kaç arkadaş ve daha niceleri odayı dolduruyordu. "Kaybetmek istemediğim bir oda dolusu insan" diye düşündüm ardından. Onları kaybetmemek için yapmam gereken şey belliydi. Gözlerimi iyice kıstım, Gyaku'ya doğru baktım. Göz göze geldiğimizde, başımı önüme eğerek dediklerini onaylayacaktım.

Susumu'ya döndüm. Beni tanıyordu, belki de bu odadaki herkesten daha iyi. Bakışlarımdan ne düşündüğümü çoktan çözmüş olmalıydı. O yüzden, bir şey söylememe gerek yoktu.