Kılıcın Diğer Yüzü | Kısım 2: İlk Işıklar
Posted: February 9th, 2019, 11:49 pm
“Ve hakikat muhakkak ki, tüm feveranlığa rağmen munis iradelerin kendini müşkül gören mahlukatlara sirayetinde gizlidir.”
Birkaç dakika süren konuşmanın ardından ortamı kaplayan derin sessizlik, aslında her şeyin özeti gibiydi. Sözleri üstüne söylenecek başkaca bir şey yoktu, olması da gerekmiyordu. Bu sebeple, içinde bulunduğumuz bu yerde, herkesin susması en doğru olandı. Gördüğüm gözler, sözlerinin tasdiki gibiydi. İlk olarak Rin’e kayan gözlerim, beyaz yüzünün pürüzsüzlüğü ile kamaşıyordu. Gözlerine mesken kurmuş pusu, bu birkaç dakikalık konuşmayla yok olmuş gibiydi. Rin’in canlılığı, sadece onu dinliyorken kendini gösteriyordu. Ona karşı donuk bakışlarını yok ediyor, tüm bu anlatılanlara ve anlatana saygı duyulduğunu tek bakışıyla anlatıyordu. Buradaki herkesin tek bir düşünceyle aynı duygulara itilmesinin eseri olan ve Rin’in de takındığı bu tavır, uhrevi bir huzurun temsilcisi gibi yayılıyordu.
Sözlerini içimde sindirmeye devam ederken, gözlerim karşımda duran yaşlı kadına yöneliyordu. İçimizdeki en yaşlı kişi oydu, Rouba. Yaşı hakkında içimizden kimsenin bir fikri yoktu ve kimse de bu yaşlı kadına yaşını sormaya tenezzül edemezdi. Aksi, vurdumduymaz ve kendini beğenmiş demek onun için yeterli olurdu. Ne var ki, şu an o da bizden biriydi ve onun da bakışları bizimkinden çok da farklı değildi. Hakkında pek bilgim olmasa bile, ona karşı takınılan saygılı tavır oldukça dikkat çekiciydi. Kimdi, nereden gelmişti bilmiyordum. Hiçbirimiz yokken, Onun yanında yer alıyordu bu yaşlı kadın. Bu yüzden ona karşı duyulan saygı diğerlerinden farklıydı.Rouba’nın bize karşı tavırları ise tam olması gerektiği gibiydi… Hor görülen, yetersiz bulunan ve iş bilmeyen tiplere nasıl davranılması gerekiyorsa, bize de aynı şekilde davranıyordu. Ne var ki, tüm bu davranışlarının içten olmadığı konusunda da bizi ikna etmeyi başarmıştı. Tüm bu tavırları bizim olduğumuz yeri bilmemizi sağlıyor gibiydi. İçten duyduğu sevgi ve saygıyı dışarıya yansıttığı vakit, büyünün ve gizemin bozulacağını düşünüyordu. Zaten hepimiz alışmıştık… Onun ağzından çıkan aşağılayıcı cümleler, yüzümüzde tebessüm bırakmak dışında pek de bir işe yaramıyordu. Ancak konu iş olunca, her daim fikri üstün olanların tarafında yer alıyordu. Bu sebeple, çözülemeyen ve belki de çözülmemesi gereken bir kişilikti Rouba.
Bakışlarım, hemen sol tarafıma döndüğünde ise, bu kez Arita Sanraku ile göze göze geliyordum. Her şeye rağmen yüzünden silmediği ukala gülüşüyle ve parlayan katanasıyla anlatılanları dinliyordu. Onun bakışlarının altında da saygının emareleri görülebiliyordu. Fakat hepimizde farklı olarak, onun duyduğu saygıyı anlamak için onu biraz tanımak gerekiyordu. Aksi halde, şu an olduğu gibi, Sanraku’nun yüzünde ukalaca gülen bir adamın sırıtışı dışında bir şey görmek pek de mümkün değildi. İçimizde ismi en bilinen kişi olma ihtimali en yüksek olan kişi Sanraku’ydu. Bu durum her ne kadar aramızda bir ayırt edici özellik göstermese de, en zayıf tarafımız oydu. Yine de, tüm bu zayıflığa rağmen kendisine sonsuz bir güven duyuluyordu, zira kudreti yadsınamayacak kadar fazlaydı. Yüzündeki ifadelere rağmen, gözlerinden fışkıran aura onu tehlikeli kılıyordu. Alaycı ve şakacı kimliğinin ardında vahşi bir hayvanın yattığı belli oluyordu. Aslında buna vahşi hayvan demek biraz insancıl olurdu, onun için söylenmesi gereken tabir, tam anlamıyla bir iblis olduğuydu. Lakabının “Maei” olması boşa değildi…
Bu anda, bakışlarımı diğerlerine yönlendirmek istesem de, onun sesiyle irkilerek bakışlarımı önüme sabitliyordum. Zihnime fısıldanan ses ile tekrar dünya ile olan bağlantımı keserken “Rin-san, Nakajima Tsunetori'nin yerini bularak ve ondan almamız gereken bilgileri alarak oldukça iyi bir iş çıkardı. Bununla birlikte Kaoru-san ile beraber, aradığımız Çakra Taşları’nın yerlerini tespit etti. Her ne kadar birçoğu güvenli sayılabilecek bölgelerde ise de, bazı taşların Iwagakure’ye kadar uzandığını öğrendik. Bu noktada taşların Ishigakure tarafından Iwagakure’ye teslim edildiğini ve ayrıca Ishigakure’nin elinde daha fazla taş olduğunu öğrendik. Buraya kadar gayet başarılı ve amacımıza uygun ilerleme gösterdik.” şeklindeki cümleleri dikkatle dinliyordum. Adımı zikredilmesi ve başarılı bir şekilde anılması, içimde gösteremediğim bir mutluluk yaratıyordu. Fakat bu noktada, artık yeni bir misyonumuzun olacağıydı aşikardı. Cümleler sadece yeni misyonumuzun giriş kısmından ibaretti. Zihnimde yankılanan ses, daha fazla merakta kalmamı engelleyecek şekilde cümlelerine başlıyordu. “Şu an dünyada garip zamanlar yaşanıyor. Shinobi Birliği, Yağmur Ülkesinin karışıklığı ve başkaca şeyler. Ancak Ishigakure şu an zayıf… Yanında duran hiç kimse olmadan tüm dünyayı karşılarına almaya hazırlar. Ne mağrur bir duruş… Fakat onlarda bize ait olan şeyler de var. Bu yüzden, bundan sonraki adımlarımızda Ishigakure ile işbirliğine gideceğiz. Onlara aradıklarını verecek, karşılığında taşlarımızı alacağız. Bu kutsal taşlar için kan dökülmesini öğretimiz ve amacımız uygun bulmuyor, anlıyor musunuz?” diyerek oldukça şaşırdığım cümleleri duyarken, bunların bir an için gerçekten O’nun cümleleri olup olmadığına bile emin olamamıştım. Sadece birkaç saniye sonunda bu düşüncemden utanmış da olsam, Ishigakure ile bir işbirliği yapmanın gerçekten gerekli olup olmaması noktasında kafamda dolanan sorular vardı.
O muktedirdi ve bugüne kadar kafamızda hiçbir sorunun kalmasına müsaade etmemişti. Bugün de farklı olmayacaktı, biz sormasak bile o anlayacak, bilecek ve bizi sorulardan kurtaracaktı. Öyle de oldu, soruları belki de onlarca kez duymuşçasına "Evet, Ishigakure’nin bize yarar sağlayıp sağlamayacağı konusunda eminim olumsuz düşünceleriniz vardır. Elbette olmalı… Neden olmasın ki? Ancak bizim öğretimizin bunu gerektirdiğini biliyorsunuz, anlamalısınız. Zaten sizler, bunu anlayan kişiler olarak buradasınız.” diyordu. Haklıydı, bunu anlamak gerekiyordu. Daha ilk andan beri öğretimizin temelleri bu anlama dayanıyordu. Elimiz ne kadar kan bulaşsa da, öğretimiz kanla yazılanın ancak yağmura kadar dayanacağını söylüyordu. Mahcubiyetim yüzümde artarken “Ishigakure ile görüşmeleri Rouba, Sanraku-san ve Kaoru-san’ın yapmasının uygun olacağını düşünüyorum. Anlaşmanın koşullarıyla ilgili olarak vereceğiniz kararlara güvenim tam. Geriye kalanlarınız ise, diğer olaylarla ilgilenmeye devam edebilir. Ancak hepiniz dikkatli olun.” diyen ses, ilk kez bizi bir konuda uyarıyordu. Algılarım sonuna kadar açılırken bu uyarının kaynağı zihnime “Uchiha Sasuke… Gölgelerin arasında, sinsi bir avcı gibi dolanıyor. Her bir taşın altında bizi arıyor ve her bulamayışı onu bizi bulmak için daha da motive ediyor. Onunla konuşacağım güne kadar, dikkatli olun! Karşılaşırsanız, kendinizi tutmayın! Fakat ne öldürün ne de ölün!” şeklinde fısıldandığında, gözlerim istemsizce Rin’e kayıyordu. Bu uyarının sebebi bizdik, ancak artık daha çok gün yüzüne çıkabilecektik. Zaten benim istediğim de buydu, Güneş’in altında olmak!
Birkaç dakika süren konuşmanın ardından ortamı kaplayan derin sessizlik, aslında her şeyin özeti gibiydi. Sözleri üstüne söylenecek başkaca bir şey yoktu, olması da gerekmiyordu. Bu sebeple, içinde bulunduğumuz bu yerde, herkesin susması en doğru olandı. Gördüğüm gözler, sözlerinin tasdiki gibiydi. İlk olarak Rin’e kayan gözlerim, beyaz yüzünün pürüzsüzlüğü ile kamaşıyordu. Gözlerine mesken kurmuş pusu, bu birkaç dakikalık konuşmayla yok olmuş gibiydi. Rin’in canlılığı, sadece onu dinliyorken kendini gösteriyordu. Ona karşı donuk bakışlarını yok ediyor, tüm bu anlatılanlara ve anlatana saygı duyulduğunu tek bakışıyla anlatıyordu. Buradaki herkesin tek bir düşünceyle aynı duygulara itilmesinin eseri olan ve Rin’in de takındığı bu tavır, uhrevi bir huzurun temsilcisi gibi yayılıyordu.
Sözlerini içimde sindirmeye devam ederken, gözlerim karşımda duran yaşlı kadına yöneliyordu. İçimizdeki en yaşlı kişi oydu, Rouba. Yaşı hakkında içimizden kimsenin bir fikri yoktu ve kimse de bu yaşlı kadına yaşını sormaya tenezzül edemezdi. Aksi, vurdumduymaz ve kendini beğenmiş demek onun için yeterli olurdu. Ne var ki, şu an o da bizden biriydi ve onun da bakışları bizimkinden çok da farklı değildi. Hakkında pek bilgim olmasa bile, ona karşı takınılan saygılı tavır oldukça dikkat çekiciydi. Kimdi, nereden gelmişti bilmiyordum. Hiçbirimiz yokken, Onun yanında yer alıyordu bu yaşlı kadın. Bu yüzden ona karşı duyulan saygı diğerlerinden farklıydı.Rouba’nın bize karşı tavırları ise tam olması gerektiği gibiydi… Hor görülen, yetersiz bulunan ve iş bilmeyen tiplere nasıl davranılması gerekiyorsa, bize de aynı şekilde davranıyordu. Ne var ki, tüm bu davranışlarının içten olmadığı konusunda da bizi ikna etmeyi başarmıştı. Tüm bu tavırları bizim olduğumuz yeri bilmemizi sağlıyor gibiydi. İçten duyduğu sevgi ve saygıyı dışarıya yansıttığı vakit, büyünün ve gizemin bozulacağını düşünüyordu. Zaten hepimiz alışmıştık… Onun ağzından çıkan aşağılayıcı cümleler, yüzümüzde tebessüm bırakmak dışında pek de bir işe yaramıyordu. Ancak konu iş olunca, her daim fikri üstün olanların tarafında yer alıyordu. Bu sebeple, çözülemeyen ve belki de çözülmemesi gereken bir kişilikti Rouba.
Bakışlarım, hemen sol tarafıma döndüğünde ise, bu kez Arita Sanraku ile göze göze geliyordum. Her şeye rağmen yüzünden silmediği ukala gülüşüyle ve parlayan katanasıyla anlatılanları dinliyordu. Onun bakışlarının altında da saygının emareleri görülebiliyordu. Fakat hepimizde farklı olarak, onun duyduğu saygıyı anlamak için onu biraz tanımak gerekiyordu. Aksi halde, şu an olduğu gibi, Sanraku’nun yüzünde ukalaca gülen bir adamın sırıtışı dışında bir şey görmek pek de mümkün değildi. İçimizde ismi en bilinen kişi olma ihtimali en yüksek olan kişi Sanraku’ydu. Bu durum her ne kadar aramızda bir ayırt edici özellik göstermese de, en zayıf tarafımız oydu. Yine de, tüm bu zayıflığa rağmen kendisine sonsuz bir güven duyuluyordu, zira kudreti yadsınamayacak kadar fazlaydı. Yüzündeki ifadelere rağmen, gözlerinden fışkıran aura onu tehlikeli kılıyordu. Alaycı ve şakacı kimliğinin ardında vahşi bir hayvanın yattığı belli oluyordu. Aslında buna vahşi hayvan demek biraz insancıl olurdu, onun için söylenmesi gereken tabir, tam anlamıyla bir iblis olduğuydu. Lakabının “Maei” olması boşa değildi…
Bu anda, bakışlarımı diğerlerine yönlendirmek istesem de, onun sesiyle irkilerek bakışlarımı önüme sabitliyordum. Zihnime fısıldanan ses ile tekrar dünya ile olan bağlantımı keserken “Rin-san, Nakajima Tsunetori'nin yerini bularak ve ondan almamız gereken bilgileri alarak oldukça iyi bir iş çıkardı. Bununla birlikte Kaoru-san ile beraber, aradığımız Çakra Taşları’nın yerlerini tespit etti. Her ne kadar birçoğu güvenli sayılabilecek bölgelerde ise de, bazı taşların Iwagakure’ye kadar uzandığını öğrendik. Bu noktada taşların Ishigakure tarafından Iwagakure’ye teslim edildiğini ve ayrıca Ishigakure’nin elinde daha fazla taş olduğunu öğrendik. Buraya kadar gayet başarılı ve amacımıza uygun ilerleme gösterdik.” şeklindeki cümleleri dikkatle dinliyordum. Adımı zikredilmesi ve başarılı bir şekilde anılması, içimde gösteremediğim bir mutluluk yaratıyordu. Fakat bu noktada, artık yeni bir misyonumuzun olacağıydı aşikardı. Cümleler sadece yeni misyonumuzun giriş kısmından ibaretti. Zihnimde yankılanan ses, daha fazla merakta kalmamı engelleyecek şekilde cümlelerine başlıyordu. “Şu an dünyada garip zamanlar yaşanıyor. Shinobi Birliği, Yağmur Ülkesinin karışıklığı ve başkaca şeyler. Ancak Ishigakure şu an zayıf… Yanında duran hiç kimse olmadan tüm dünyayı karşılarına almaya hazırlar. Ne mağrur bir duruş… Fakat onlarda bize ait olan şeyler de var. Bu yüzden, bundan sonraki adımlarımızda Ishigakure ile işbirliğine gideceğiz. Onlara aradıklarını verecek, karşılığında taşlarımızı alacağız. Bu kutsal taşlar için kan dökülmesini öğretimiz ve amacımız uygun bulmuyor, anlıyor musunuz?” diyerek oldukça şaşırdığım cümleleri duyarken, bunların bir an için gerçekten O’nun cümleleri olup olmadığına bile emin olamamıştım. Sadece birkaç saniye sonunda bu düşüncemden utanmış da olsam, Ishigakure ile bir işbirliği yapmanın gerçekten gerekli olup olmaması noktasında kafamda dolanan sorular vardı.
O muktedirdi ve bugüne kadar kafamızda hiçbir sorunun kalmasına müsaade etmemişti. Bugün de farklı olmayacaktı, biz sormasak bile o anlayacak, bilecek ve bizi sorulardan kurtaracaktı. Öyle de oldu, soruları belki de onlarca kez duymuşçasına "Evet, Ishigakure’nin bize yarar sağlayıp sağlamayacağı konusunda eminim olumsuz düşünceleriniz vardır. Elbette olmalı… Neden olmasın ki? Ancak bizim öğretimizin bunu gerektirdiğini biliyorsunuz, anlamalısınız. Zaten sizler, bunu anlayan kişiler olarak buradasınız.” diyordu. Haklıydı, bunu anlamak gerekiyordu. Daha ilk andan beri öğretimizin temelleri bu anlama dayanıyordu. Elimiz ne kadar kan bulaşsa da, öğretimiz kanla yazılanın ancak yağmura kadar dayanacağını söylüyordu. Mahcubiyetim yüzümde artarken “Ishigakure ile görüşmeleri Rouba, Sanraku-san ve Kaoru-san’ın yapmasının uygun olacağını düşünüyorum. Anlaşmanın koşullarıyla ilgili olarak vereceğiniz kararlara güvenim tam. Geriye kalanlarınız ise, diğer olaylarla ilgilenmeye devam edebilir. Ancak hepiniz dikkatli olun.” diyen ses, ilk kez bizi bir konuda uyarıyordu. Algılarım sonuna kadar açılırken bu uyarının kaynağı zihnime “Uchiha Sasuke… Gölgelerin arasında, sinsi bir avcı gibi dolanıyor. Her bir taşın altında bizi arıyor ve her bulamayışı onu bizi bulmak için daha da motive ediyor. Onunla konuşacağım güne kadar, dikkatli olun! Karşılaşırsanız, kendinizi tutmayın! Fakat ne öldürün ne de ölün!” şeklinde fısıldandığında, gözlerim istemsizce Rin’e kayıyordu. Bu uyarının sebebi bizdik, ancak artık daha çok gün yüzüne çıkabilecektik. Zaten benim istediğim de buydu, Güneş’in altında olmak!