Page 1 of 1

Kusagakure: Mektup

Posted: September 7th, 2020, 3:45 pm
by GM - Naruto
ImageImage
Bir yandan artık rutininiz haline gelmiş olan atışmalarınızdan birini yaşarken, bir yandan da devriye atmaktasınız köyün tenha sayılabilecek uç mecralarında. Baharın iyiden iyiye kendini göstermeye başladığı ve havaların nispeten ısındığı bu dönemde bir süredir köyde olmanın istemsiz huzuru içindesiniz. Özellikle kış döneminde çoğunlukla Yağmur Ülkesi sınırları ve yer yer direkt olarak sınır ötesi görevlerde yer almış shinobiler olarak bir süredir Kusachou Gyaku tarafından dinlenmeniz için nispeten basit sayılabilecek devriye görevlerine verilmektesiniz. Günbatımı havayı yumuşak bir turuncu rengine boyamışken, devriyenizin son saatlerine girmiş olduğunuzu farkediyorsunuz her ikiniz de. Az önce geride bırakmış olduğunuz bir grup çocuğun top oynarken çıkardığı sesler geliyor kulaklarınıza. Devamında ise bir de 'KÜT' sesi. Sakar bir çocuğun fazla abartmasıyla Susumu’nun kafasına arkadan kaliteli bir isabet alan topun sesi bu. Susumu dönüp çocuklara bağırıp çağırmakla, toplarını kesmekle tehdit etmekle meşgulken gülmekte olan Iori’nin dikkatini kendilerine yaklaşmakta olan biri çekiyor. Kırklı yaşlarında, artık aktif görevlerden tamamen çekilmiş ve Kusachou binasında memur olarak çalışan tanıdık bir chuunin. Neredeyse Chou binasına her gittiğinizde selamlaştığınız shinobi de Susumu’nun haline hafifçe gülümseyerek yaklaşıyor yanınıza: “Susumu-San, Iori-San.” Hafif bir baş selamı verip devam ediyor: “İyi günler dilerim. Gyaku-sama bunları size iletmemi istedi.” Shinobi yeleğinin iç cebinden çıkardığı iki rulo parşomeni sırasıyla size veriyor, parşomenlerin üzerine adlarınızın yazılmış olduğunu görebiliyorsunuz. Bir baş selamı daha verdikten sonra, yanınızdan ayrılıyor shinobi.

Image
Saat gece yarısına yaklaşmakta. İnsanlar baharın gelişiyle nispeten ısınan akşamlarda eve giriş saatlerini nispeten ertelemiş olsalar da köy halkının çoğunluğu uyku pozisyonu aldı bile. Bunu oldukça iyi biliyorsun, çünkü hiç bir zaman her akşam aynı saatte evinde olan biri olmadın. Bir gece kuşu olmandan mütevellit her ince ayrıntısını bildiğin Kusagakure’nin merkezi ama pek kimsenin uğramadığı bir ara sokağında, ne zamandır orada olduğunu bilmediğin eski bir tahta varilin üzerinde oturmaktasın. Pek bir şey yaptığın söylenemez, oldukça sakin bir gece aslında senin için. Kaç saattir aynı pozisyonda oturduğundan pek emin değilsin, ancak bunun umrunda olduğu da pek söylenemez. Zamanının çoğunu gökyüzünü izleyerek ve baharın gelişini fırsat bilerek kendini sokaklara atan insanların seslerini dinlemekle geçirdin. Yalnızca bugün değil, son zamanlarda pek bir şey yaptığın söylenemez aslında. Yağmur Ülkesi’nde çıkmış olduğun görevlerin üzerinden oldukça uzun bir zaman geçmiş gibi hissediyorsun, ancak bir yandan da çok kısa bir zaman. Emin değilsin. Bir şeylerin boşluğunu hissediyorsun, ancak öyle eser bir şey ki; üzerine düşünmeye fırsat bulamadan kayıp gidiyor her seferinde aklından. Düşüncelerine dalmışken, duyduğun bir sesle irkiliyorsun. Normal şartlar altında sonuna kadar açık olan algıların, belki de kendini en güvenli hissettiğin yerlerden biri olan köyünde olmandan mütevellit kendilerini salmış durumdalar: “Haru-san? Seni arıyordum.” Kafanı çevirdiğinde, sırtını vermiş olduğun binanın çatısından aşağı, yanına inen tanıdık bir sima çarpıyor gözüne. Akademide aynı sınıfta okumuş olduğun bir chuunin: “Takılmak için ilginç bir ortammış.” diyor ortamı yumuşatmak istercesine, ancak hemen sonra devriye görevinde olduğunu hatırlamış olsa gerek, hızlı hızlı konuşmaya başlıyor: “Bugün bunu sana teslim etmemi istedi Gyaku-Sama. Devriyeyi devralmadan evine uğramıştım aslında ancak kapıyı kimse açmadı. Yarın veririm diyordum, ama daha iyi oldu seninle burada karşılaşmam.” Shinobi yeleğinin cebinden çıkardığı bir parşomeni uzatıyor sana. Ay ışığında, ismini görebiliyorsun parşomenin üzerinde. “Görüşmek üzere, Haru-san.”

Image
İskivle savuşturmayı başarabildiğin soldan gelen bir kroşe; devamında zar zor kurtulabildiğin, çeneni sıyıran bir aparkat. Komboyu tamamlayan ve seni iki seksen yere seren ise, hiç beklemediğin bir anda dengeni kaybetmene sebep olan bir çelme oluyor. Sıralı yumruklarının ardından muazzam bir çeviklikle eğilen ve adeta bacaklarını süpüren bir tekme savuran rakibin ise, en az senin kadar kan ter içinde görünse bile hala ayakta ve keyifle kahkaha atmakta. Yarı insani, yarı hayvani ve ırkının özelliklerine oldukça uygun olan zafer dolu bu kahkahaya istemsizce sen de katılıyorsun ilk şoku atlattıktan sonra. Nihayet sakinleşebildiğinde, vücudunda ıslak olmayan tek bir nokta olmadığını farketmen uzun sürmüyor. Aldığın derin nefesler, vücudunun oksijen ihtiyacını ancak karşılayabiliyor gibi görünüyor. Birkaç saniye sonra olduğun yerde doğruluyor ve alnındaki teri siliyorsun. Öğlen saatleri, baharın gelişiyle artık 'sıcak' sayılabilecek bu vakitler antrenman dövüşüne pek uygun olmasa bile, bir süredir görmediğin Hiyaki’den gelmiş olan teklifi reddedemediğin için bu haldesin. Köy shinobilerinin hala bir kısmı sınırdaki tampon bölgede olduğu için Kusagakure’de işler oldukça yoğun. Son bir haftandaki nöbetlerini ve devriyelerini sıkıştırarak, kendine iki günlük bir boşluk yaratabildiğin ve bir süredir görmediğin bu gizemli ormana gelebildiğin için oldukça memnunsun. Pektabii, nereye gittiğini Gyaku-Sama’ya açıklamak durumunda kaldın ancak yerinin bilinmesinin çok sıkıntı yaratacağını düşünmüyorsun. Doğrulduğunu farkeden Hiyaki, belindeki mataralardan birini sana fırlatıyor, diğerini ise çoktan kafasına dikmeye başladığını görebiliyorsun. Kahve ona, su sana. Su matarasını kafaya diktiğin gibi, gözlerin gökyüzünden hafif hafif inmekte olan bir karaltıyı farkediyor. Ormanın dış sınırlarında, nispeten açıklık alanda bir noktadasınız. Karaltı yavaşça süzülüyor size doğru, yaklaştıkça bunun Kusagakure’nin haberci kuşlarından biri olduğunu farkedebiliyorsun. Boştaki kolunu hafifçe kaldırıyorsun senelerin getirdiği alışkanlıkla. Kuş oldukça sakin bir şekilde koluna konuyor ve sırtındaki deri cepten parşomeni alman için arkasını dönüyor sana. Matarayı kapatıp bıraktıktan sonra, üzerinde ismin olan parşomeni alıyorsun nazikçe.

Image
Şafak vakti. Gözlerinin altının bütün bir gece sürmüş olan nöbetinin ardından hafifçe morarmış olduğunu tahmin edebiliyorsun, ancak içinde hem görevini başarıyla tamamlamış olmanın, hem de 12 saat sonra başlayıp neyse ki yalnızca gece yarısına kadar sürecek olan devriyenin öncesinde biraz uyuyabilecek olmanın mutluluğu var. Gece ve gündüzlerinin karıştığı bir dönem. Personel eksikliğinden kaynaklı normalden daha uzun süren devriye ve nöbetler, Yağmur Ülkesi sınırındaki tampon bölgeye giden gıda ve mühimmat takviyelerine eşlik ettiğin uykusuz geceler. Birkaç kervan koruma görevi. Son haftaları, hatta belki de ayları oldukça yoğun geçirdiğin söylenebilir. Zaman algın bir noktadan sonra değiştiği için, net bir yorum yapmakta zorlanıyorsun yer yer. Savaş döneminde direkt ön saflarda görevlendirilmeyip daha çok destek birimlerinde yer aldığın için, cephede savaşan kuvvetlerin size kıyasla nispeten dinlendirilmeye alındığı bu dönemde yoğunluğunuz oldukça artmış durumda. Gelgelelim, bu yoğunluk senin gibi sorumluluk almayı oldukça seven bir shinobi için oldukça tatmin edici. Bu dönemde kendine ayırdığın belki de tek vakit, jounin Amari Inaho ile yapmış olduğun ve kendine bir şeyler kattığına emin olduğun çalışma. İster istemez, belki de 'birazcık' da olsa fazladan boş zamanının olmasını ve kendini geliştirmek için biraz daha uğraşabileceğini düşünmeden edemiyorsun. Yine de halinden memnun olduğun kolaylıkla söylenebilir. Gün gittikçe ışırken ve köy esnafı yavaş yavaş dükkanlarını açmaya başlarken, yarım saat kadar önce yerini devretmeden hemen önce yazdığın nöbet raporunu bırakmak üzere Kusachou binasına ilerliyorsun. Raporunu teslim ettikten hemen sonra, görevli shinobi çekmecesinden çıkardığı bir parşomeni sana uzatıyor: “Gyaku-sama iletmemi istedi Midori-kun. İyi istirahatler.” Gülümseyen shinobiden üzerinde ismin yazan parşomeni alıp, yarı uykulu ancak yarı heyecanlı bir şekilde evinin yolunu tutuyorsun.



Mektup içeriğine baktığınızda, yakın bir zamanda düzenlenecek olan jounin sınavına köyünüzün Chou'su tarafından katılmaya uygun görüldüğünüzle alakalı bir bildiri karşılıyor sizleri. Bir süre önce yapılmış olan duyuruların üzerine, bu sınava katılmaya layık görülmenizin gururu kaplıyor içinizi. Mektupta yazan bir diğer şey ise, kararınızı üç gün içerisinde Chou binasına bildirmeniz gerektiği.


Off Topic
Belirtildiği üzere, köyünüzün lideri tarafından sınava katılmaya layık görüldünüz ancak bunu kabul etmek veya reddetmek sizlerin elinde. İçinde bulunduğunuz durumla birlikte mektubu alışınızı, konuyla alakalı hissiyatınızı ve sonucu bildiren birer rp alalım sizlerden. Sıra önemli değil.

Re: Kusagakure: Mektup

Posted: September 8th, 2020, 9:51 pm
by Kasumikage Teki
Uzun süredir şu anda bulunduğu ortama adım atma şansı olmamıştı. Saçma keşiş görevi sonrasında köyden ayrılmaya pek vakit bulamamıştı Teki. Çoğunlukla ona verilen gündüz devriyesi görevlerini yerine getiriyor, gündüzünün kalan zamanlarında ise elinden geldiğince antrenman yapmaya çalışıyordu. Sakuma'yı uzun süredir göremiyor oluşu ve kendisinin asla istediği kadar güçlenemiyor olduğu hissi yüzünden sıkıntı çekiyordu bir kaç gündür. Üstüne bir de Riaru kuvvetleri ile gerçekleşen savaştan beri çektiği sorunlar vardı. Halen içindeki karanlık korkusunu yenememişti. Artık korku bile demiyordu bu hisse. Bir trip gibi, ruhunu ele geçirircesine rahatsız ediyordu Teki'yi karanlık. Halen rahat uyuyamıyor, halen %100 zinde uyanamıyordu. Her gece ayrı bir maceraydı son bir kaç aydır. Hatta macera demek olayı değersizleştirebilir. Her gece ayrı bir kabustu Teki için... Aylardır...

Sağdan gelmekte olan kroşeyi son anda savunmayı başarmıştı. Düşünceleri tarafından ele geçirilmek üzereyken Hiyaki tarafından gerçekliğe döndürülmüştü adeta. Hemen duruşunu düzeltip, karşısındaki 1.80'lik maymuna dikkatlice bakmaya başlamıştı. Alnından akmakta olan ter yüzünden sol gözünü kısmak zorunda kalmış. Hiyaki'nin saldırıya açık olduğunu düşündüğü sağ tarafına doğru ivmelenmişti hemen. 2 adım attıktan sonra olduğu yere çivilemişti kendisini Teki. Yere tüm gücü ile bastığı sol ayağından güç alarak vücudunu şekillendirmiş ve sağ bacağını hızlı bir şekilde maymunun beline doğru savurmuştu. Hiyaki ise sanki bu hamleyi bekliyormuşcasına Teki'nin ayağını daha hamle hedefine ulaşmadan yakalamış, genç shinobinin tekmesi sayesinde kazandığı ivmeyi kullanarak dönmeye başlamıştı.

Hızlıca döndüğü iki tur sonrasında ise Teki'nin vücudunu neredeyse 90 derecelik bir açı ile yukarıya fırlatmıştı Hiyaki. Hem hamlesi başarısız olmuş, hem de dezavantajlı bir durumda kalmıştı Teki. Havada manevra şansı olmadığı için açık hedef olacaktı.... Ya da Hiyaki'nin böyle düşünmesini istiyordu.

Aşağıda kalan maymunun kendisine güldüğünü fark ettiği anda ellerini önünde birleştirerek basit ve tek mührü tamamlamıştı. Oluşan duman sonrasında beliren bir adet Kage Bunshin, halen havada süzülmekte olan Teki'yi kollarından tutarak aşağıya doğru fırlatmıştı. Maymun tarafından yukarı fırlatılan Teki, şimdide kendi klonu tarafından aynı şekilde aşağıya fırlatılmıştı. Hiyaki son anda durumu fark etmemiş olsa, yüksek ihtimalle dövüş orada sonlanacaktı. Ancak Teki'nin hamlesini anladığım gibi kendini var gücü ile ileri doğru fırlatmış ve yüz üstü yere yapışmıştı. Darbe yememiş olsa da, üstünlüğünü kaybetmişti. Kendini tam yerden kaldıracakken Teki'nin Shunshin kullanarak dibinde belirmesi ile tek yapabildiği ellerini önünde siper ederek gelen ani tekmeyi savunmaya çalışmak olmuştu.

Yediği tekme sonrasında biraz geriye savrulmuştu Hiyaki. Teki ise kazandığı avantajı kaybetmek istemediği için saldırılarına devam ediyordu. Soldan bir yumruk, sonrasında eğilerek denenen bir çelme, son olarak ise sert bir aparkat. Hiyaki gelen yumruğu sol elini kullanarak savuşturmayı başarmıştı. Yumruktan sonra gelen çelme denemesinden ise geriye doğru sıçrayarak kurtulmuştu. Pek zor olmamıştı onun maymunu refleksleri için. Teki'nin son attığı aparkat ise tamamen boşa gitmişti. İstemsizce gülmeye başlamıştı altın sarısı maymun. Teki hafif sinirli bir ifade ile saldırılarından kaçan Hiyaki'ye bakıyordu. Hiyaki, Teki'nin suratındaki ciddiyeti algıladığı anda gülüşü yok olmuştu. Ortağı bu dövüşü, tüm diğer dövüşlerinde olduğu gibi çok ciddiye alıyordu. Gülerek onun gururunu kırmak istemiyordu. O dakikadan sonra artık gücünü tutmanın da yarardan çok zarar getireceğini anlamıştı. Durduğu yerde kollarını ve belini esneterek derin bir nefes almış, ciğerlerini doldurduğu havayı boşaltırken gözlerini ciddi bir şekilde Teki'ye dikmişti.

"Kendini kötü hissetmemen için söylüyorum. Az önce yaptığın kombonun sırası hatalıydı. Şimdi sana doğrusunu göstereceğim."

Sözleri bittiği anda Shunshin tekniğini kullanarak aniden Teki'nin önünde belirmişti altın maymun. Teki, bir saldırı geleceğini anladığı için hazırlıklıydı fakat Hiyaki'nin aniden attığı sol kroşeyi son anda savunabilmişti. Hiyaki ise hiç zaman kaybetmeden ani bir aparkat ile devam etmişti saldırısına. Hem kafasını geri çekip, hem de vücudunu geriye doğru atan Teki'nin çenesini sıyırmıştı ikinci saldırı. Tam dengesini toplayıp, üçüncü saldırı olarak geleceğini düşündüğü çelmeye karşı bir aksiyon alacakken birden görüşü değişmişti. Az önce ona saldırmakta olan Hiyaki'yi izlerken, şimdi birden mavi gökyüzünü ve ağaçların yapraklarını görür olmuştu. İki seksen yerdeydi Teki. Hiyaki çelmesi ile kovboyu sonlandırmış ve Teki'nin hatasını yüzüne vurmuştu.

"Uhuhahahauahahahahahahaha!!!"

Hiyaki'nin maymun kahkahası tüm ormanda yankılanmıştı. Teki ise aldığı darbenin etkisinden çıktıktan sonra fark edebilmişti dostunun kahkahalarını. Daha yerinden bile kalkamadan o da başlamıştı gülmeye. Aralarından skor tutmayı uzun süre önce bırakmıştı ikili. Ancak Teki sıralamada Hiyaki'nin gerisinde olduğundan emindi. Özellikle ikisi de özel güçlerini kullanmadan, sadece pür taijutsu ile dövüşürlerken çoğunlukla dövüşü kazanan Hiyaki oluyordu.

Sırılsıklam halde uzandığı çimlerden kalkmaya çalışmış ancak başaramamıştı. Sadece kendini doğrultarak kıç üstü oturmaya başlayabilmiş ve derin nefesler alarak vücuduna gerekli oksijeni doldurmaya devam edebilmişti. Alnından tüm suratına akmakta olan terleri siliyordu elleri ile derin nefes almaya devam ederken. Hiyaki ise çoktan matarasına uzanmış ve kahvesinde yudumlamaya başlamıştı.

"Ayıp ama... Bana da ver bari."

Teki'nin sözleri karşısında sanki uzun süre önce kaybettiği bir şeyi bulmuşçasına şaşırmış ve diğer matarayı hızlıca yorgun shinobiye fırlatmıştı. "Unutmuşum fena yendim seni... Uhuhahahah!"

Hiyaki'nin kendisine doğru fırlattığı su dolu matarayı kaptığı gibi kana kana içmeye başlamıştı hayat sıvısını. Kışı geride bıraktıkları için artık sıcak hava kendini çok daha belli eder hale gelmişti. Antrenmanlar yine eskisinden çok daha terli ve çok daha boğucu olmaya başlamıştı bu sebeple. Sıcak yüzünden devamlı su kaybeden vücudu, bir de üstüne Kyousui No Yoroi yüzünden su kaybettiği için çok daha dikkatli bakıyordu kendisine Teki. Ne dehidre olmaya dayanacak, ne de kendisini savunmasız bırakacak hali yoktu.

Teki matarasındaki suyu bitirdiği gibi tekrar sırt üstü çimenlere bırakmıştı kendisini. Uzun süredir gelemiyordu bu ormana. Görevleri arasında kendine bırakabildiği boş iki gününü güzelce değerlendirmek için harika bir çözüm olmuştu orman. Hoş, kendine özel sakladığı eğitim alanını Gyaku-san'a ifşa etmek zorunda kalmıştı fakat, meşgul Kusa-Chou'nun zaten burası ile pek de ilgilenmeyeceğini biliyordu.

"Tüm gün yatamazsın yalnız. Dinlenecekse yallah evine."

Hiyaki ve bitmez tükenmez enerjisi. Teki halen nefes nefese olmasına rağmen, sadece kahve içerek kendisini toparlamış olan Hiyaki'ye şaşkınlıkla bakıyordu sadece. "Dayak yiyen benim... Bırak dinlenme süreme ben karar vereyim en azından." Süresinde emin olmasa da, biraz daha uzanmaya ihtiyacı olduğundan emindi. "Sen bilirsin ama olmaz böyle. Nerede senin hevesin? Hani herkesi geride bırakıcak kişi sen olacaktın..." Suratında büyük ve ablak bir gülümseme ile Teki'ye bakıyordu Hiyaki. Teki ise sadece gözlerini devirmişti bu klişe laflara karşı. "Dövdün az önce. Gördüğün gibi yerde yatıyor..."

Hiyaki, ortağının henüz yerden kalkmayacağı gerçeğini anladıktan sonra vücudunu serbest bırakmış ve yüz üstü yere düşmüştü. Kazandığı tüm ivle ile zemine çarpmadan önce ise iki elini önüne doğru uzatarak aniden şınav pozisyonu almıştı. "1!.. 2!.. 3!.. Vazgeçmek yok uhuhahahaha!" Altın maymunun ani hareketi yüzünden gülmeye başlamıştı Teki tekrardan. "Sahiden bayılıyosun sen şov yapmaya Hiyaki."

"Maymunum Teki ben. En önemli özelliklerimden birisi şov yapmak."

İkilinin kaliteli zamanı hızla akıp giderken Teki'nin gözleri gökyüzünde geziniyordu. Mavi tavan ve üstündeki beyaz lekelere bakıyordu sadece. Vücudundan akmış olan ter yavaş yavaş kururken, nefes alış verişleri de bir kaç dakika öncesine göre çok daha sakindi.

Birden beyaz lekelerin arasında bir karartı takılmıştı gözüne. Yavaşça süzülüyor ve onlara doğru iniyordu. İlk bir kaç saniye ne olduğunu anlayamamış olsa da, sonrasında bu karartının kusagakure'nin haberci kuşlarından birisi olduğunu anlamıştı. bir elektriklenme olmuştu vücudunda o an. Köyden gelen bir haberin taşıdığı önem karşısında hızlıca uzandığı yerden kalkmış, Hiyaki'nin meraklı bakışları eşliğinde kolunu kaldırmıştı. Haberci kuş sakin bir şekilde Teki'nin havada duran koluna konduğu gibi hışımla kuşun sırtındaki deri cepteki parşömene yönelmişti Teki. Kuş, Teki'nin kolundan ayrılıp tekrar havadaki beyaz lekelerin arasında kaybolurken Teki kendisine gelmiş olan parşömeni açmakla meşguldu.

"Neymiş? Olay neymiş??"

Parşömeni okumasından sonra geçen ilk 4-5 saniyede hiç hareket etmemişti Teki. Ne Hiyaki'nin sorularına cevap vermiş, ne de bir eylemde bulunmuştu. Yaklaşık 10 saniye sonra ise büyük bir hızla parşömeni kapatarak, Hiyaki'nin yanına koşmuş, altın maymunu omuzlarından tutup, sarsarak "HEMEN KÖYE DÖNMEMİZ LAZIM!!" diye bağırmıştı. Hiyaki ise daha ne olduğunu anlayamadan koşmaya başlayan Teki'nin arkasından anlamsızca bakmaya başlamıştı. "Anladığım kadarı ile benim değil senin dönmen lazım... ÖNEMLİ BİR ŞEY OLURSA ÇAĞIR BENİ. O KADAR YOLU KOŞMAM BEN!"

Ormana geldiği yoldan koşmaya başlamıştı Teki var gücüyle. Az önce taşıdığı tüm yorgunluk bitmişti sanki. Hiyaki'nin arkasından söylediklerinin birazını duymayı başarmıştı. Ortağının durumu bilmediği için heyecanlanamayacağını anladığında ise koşuşunu durdurmuş ve maymunun olduğu yöne doğru dönerek "JOUNİN OLACAĞIM HİYAKİ! GÜCÜNE İHTİYACIM VAR!" diye bağırmış ve Kusagakure'ye doğru olan koşusuna devam etmişti.

Ormanlık alanda tek başına kalan Hiyaki'nin yapabildiği tek şey aniden koşarak giden Teki'nin arkasından bakmak olmuştu. Yalnız kaldığı gerçeği tam anlamıyla kafasına dank ettiğinde ise çimenlik zeminde durmakta olan iki mataraya takılmıştı gözleri.

"Şunları doldurayım bari. Belli ki baya ihtiyacımız olacak."

Re: Kusagakure: Mektup

Posted: September 12th, 2020, 1:39 am
by Kurosawa Haru
Gün kapanmaya yakınken bırakır Güneş son ışıklarını bu talihsiz gezegenin üzerine, gezegen bu durumdan pek şikâyetçi değildir, milyonlarca yıldır aynı perde tekrar tekrar açılıp kapanmaktadır zaten. Perde insanlara hatırlatır yaşanan zamanları, aynı zamanda yaşanmayanları. Perde kapanırken insanlar evlerine çekilirler, Güneş onları mutlu eder.

Bu, Güneş’le pek de iyi anlaşamayan birinin hikâyesidir. Bu hikâyeyi yalnızca anlatan ve anlatılan bilir. Güneş bilir, lanetlediği için anlatılanı. Ay bilir, koruduğu için lanetleneni.

Perde kapanırken Haru’nun sahnesi başlar her gece. Dışarı çıkacak zaman onun için gelmiştir, çıkacaktır da. Tüm gün evde oturmak onun için değildir. Güneşten saklandıktan sonra hüküm sürdüğü toprakları gezmek, Güneş’in dokunmadığı her yerin sahibi olduğunu bir kez daha hatırlamak için çıkar dışarı. Toprak sıcaklığını yavaş yavaş kaybedip yaşlanır, çimenlere çiy düşer, ıslanırlar gece. Cırcır böcekleri ötmeye başlarlar, çoğu insan için uyku getirici bu gerçeklik Haru’nun kalbini hızlandırır, dışarı çıkarır zorla. Güneşin değmediği noktaları gezmelidir Haru, kenara köşeye saklanmadığından emin olmak için. Saklandıysa öldürmelidir onu, derisine her saniye binlerce hançer saplayabilecek kadar güçlü bu Güneş denen top, geceleri korkak bir kediye döner sadece. Bekler tekrar sabahın gelmesini, eğer Haru onu bulup yok edemezse.

Şimdiye kadar Güneş’i öldürememiş olması, öldüremeyeceği anlamına gelmiyor elbette. Aramak zorunda o yüzden.

Her köşeye bakılmalı, her çıkmaz sokağa göz atılmalı. Burada olabilir mi? Sanmıyor Haru, bakmaya devam ediyor. Bir yolcu Haru. Acelesi varmış gibi hızlıca hareket eden, kimsenin nereye gittiğini bilmediği bir sokak kedisi. Ki onlar tüm şehri tüylerinin rengi kadar iyi bilirler. “Bu varilin içinde olabilir mi?” diye aklından geçirmedi Haru, yine de oturdu üstüne, bitmeyen gecenin, soğuk karanlığın tadını sonuna dek çıkararak. Düşünecek pek bir şeyi yoktu. Evet, günahlarından arınmış hissediyordu, başka biri olmanın yükünü omuzlarından öyle atmıştı ki, bir daha kimse ona bu sorumluluğu yükleyemezdi bile. Düşündüğü her saniye biraz daha anlıyordu geceyi ne kadar sevdiğini. Ufak bir güvenin ışığa gidişi gibi gidiyordu geceye, belki de Icarus’un tam tersiydi bu yüzden. Güneşten saklandığı için kanatları yanamayan o kız.

Sessizliği bölen bir mesajdı, Haru’yu aradığını söylemişti mesajcı. Neydi ki bu kadar önemli olan, onu yalnız kalmak için gittiği yerde bulan? Gyaku-sama’nın adını zikretmişti bu çocuk. Önemli bir şey olmalıydı. Yeni bir görev? “Daha ne kadar tehlikeye atacaktı bu köy için kendini?

Düşündüğü şeyden dolayı utandı kendinden biraz, tiksindi bile hatta. Kendini köyü için sonsuza kadar tehlikeye atacaktı, elbette. Ölene veya işlev gösteremeyene değin didinecekti bu köy için. Ödemesi gereken çok borcu vardı.

Merakla açtı mektubu çocuğun önünde. Çocukla konuşmuş muydu? Hatırlamıyordu, bir anda tüm dikkatini dağıtmıştı bu mektup. Jounin sınavına davet edildiğine dair birkaç satır, altında Gyaku’nun imzası. Gerçekti yani, gerçekten Gyaku, Haru’nun Jounin olmasını istiyordu. Halledemeyeceği bir şey değildi. Parşömen, tıpkı Haru gibi parlıyordu. Ölümüne giden bir ateşböceği nasıl hissederse tam olarak onu hissediyordu Haru o an. Mutlulukla garipsemenin arasında gidip geliyordu rüzgârda sallanan bir orkide gibi. “Gyaku-sama’ya daveti için teşekkür ettiğimi ilet. Seve seve katılacağımı söyle. İyi akşamlar… Canım...” Diye bitirdi sözlerini, çocuğun ismini hatırlayamamanın verdiği utançla. Birkaç saniye önce Icarus olmamakla övünen Haru, küçük bir davet üzerine tekrar hayallerinden dolayı yok olan birine dönüşmek için can atar şekilde bekliyordu gecenin bitmesini. Güneş tekrar yüzünü gösterince doğudan, o gölgesini yanına alıp saklanacaktı yine, bir sonraki günü bekleyebilmek için.

Bir saniye…” dedi kendi kendine birkaç saat sonra. Güneş doğuyor, hayat başlıyordu. Güneşin ilk ısıtan sıcaklıkları Haru’ya pek dokunmazdı, o yüzden güneşin karşısında bir iki dakika vakit geçirmenin hiçbir zararı yoktu. Sokakların arasından, çatılardan ilerledi beyaz bir yılan gibi. Hiç kimseyi ürkütmeden, kimseye gözükmeden, hiçbir ruhu uyandırmadan ilerledi.

Evine kadar yürümüştü kar saçlı kız. Evini kilitlemezdi, kapı koluna uzandı sağ eliyle. Kapının kolunu tuttu sıkıca. Gecenin soğuttuğu demir her zamanki gibi duruyordu. Aşınmış, silinmiş ve parlaklığı gitmişti. Çevirdi çeyrek tur kadar. Kapıyı kapalı tutan kilidi yavaş yavaş ayrılıyorken duvardan, sesleri dinlemeye başladı. Kapının duvara sürterken çıkardığı ses. Kilidin duvardan ayrılırken çıkardığı ses.

Fikrin... düşerken çıkardığı ses... “Jounin sınavı ne demek ya?

Re: Kusagakure: Mektup

Posted: September 12th, 2020, 4:49 pm
by Asakura Midori
Yorgun kaslar.. zayıflamış refleksler.. bitkin göz altları.. vay canına. Kaç gündür bu haldeydim? Bu aralıksız koşuşturmanın en iyi tarafı, en kötü tarafı ile aynı şeyi belki de. Hiçbir şeyi düşünmeye fırsatımın olmaması. Diğeri türlüsünü şöyle bir düşündüm de, kafayı yerdim ya!

Bu şey gibiydi daha çok; hani böyle kırk sekiz saat falan uykusuz kalınca kafayı gömer uyursun, uyandığında da dün yaşanan olaylar sana sanki bir hafta önce yaşanmış gibi gelir ya.. tam o işte. Amari Inaho'nun evime girip ailemi mosmor etmesi, sonra da beni duelloya çağırıp bir çizik bile almadan oramı buramı sikmesi yeni yaşanmış gibiydi. Tehlike çanlarını anımsatan sesi bile kulaklarımda çınlıyordu hala.

İğrenç bir rüyadan uyanmıştım sanki.. ama hayır. Uyumamıştım bile. Sorun da buydu aslında. UYUYAMIYORDUM. Gözlerimi yarım saniye bile kapatsam rüzgarda savrulan o beyaz saçları ensemde hissediyordum ve bu artık hastalıklı bir hisse dönüşmek üzereydi. Karnımdaki geçmek bilmeyen gerginlik sancısı ve kas kasılmalarına önlem olarak tek bir çözüm üretebilmiştim. Dinlenmeye vakit bırakmayacak şekilde çalışmak.

Evet.. böylesi görünüşe göre hem benim hem de köyün işine geliyordu. İsmini cismini bilmediğim insanlar bile beni görünce "ben bunu bir yerden tanıyorum sanki" hissine kapılıyor, göz aşinalığı yaşıyordu. Eh, bu durumdan hoşlanmadığımı söyleyemezdim. Simayen de olsa köyde tanınan bir shinobi olmak neden kötü bir şey olsundu ki? Bir dakika.. biri bana sesleniyor.

"Ha? Neymiş ki bu?"

Görev raporunu ne zaman vermiştim ben? Ah.. birkaç dakika önce. Tamam. Bu kimdi peki? Köyden biri.. bu da güzel. E elime verdiği şey? Yavaşça zarfı açtım. Gözlerimden uyku akıyordu.. şuanın gerçekliği bile muhtemelen uyandıktan sonra muallakta kalacaktı. Gerçekliği diyorum, çünkü kağıtta yazılan şeyler gerçek olamayacak kadar tanrısaldı.

"On altı yaşında Jounin mi olur lan?"

Kağıdı yırttım. Muhtemelen bir karışıklık olmuştu, Haru'ya göndermişlerdi belki de. Eh.. benlik bir olay yok gibi. Gidip biraz uyuyacağım. En azından bunu hakettim.


Re: Kusagakure: Mektup

Posted: September 16th, 2020, 11:27 pm
by Kitamura Susumu
Kolumu hızlıca öne doğru çıkarıp bileğimdeki hayali saate çirkef bir bakış attım. Ağzım, ses tonumu aratmayacak bir çirkinlikte yamuldu önce, ardından sahte bir bakış atıp gözlerimi kaçırdım Iori'den. "Kafa sikme saatin mi gelmiş ona bakıyordum ya, yok bir şey." dedim yarı mırıldanır bir ses tonuyla. Sağolsun, tavuklarıma en iyi şekilde bakmak istediğimi anlattığım için benimle bir güzel dalga geçmiş, sinirlerimi bir hayli bozmuştu devriyenin şu güzel son saatlerinde. Dolayısıyla da diyeceğim her bir lafı haketmişti. "Tamam kardeşim sen gider çöpten topladıklarınla beslersin sevdiklerini, paran da cebine kalır, anladın?" Ellerimi cebime koyup yarı yamulttuğum kafamla tip tip baktım suratına. Ardından, gözlerimi devirip daha dik bir şekilde yürümeye başladım, çenemi de hafiften kaldırarak. Kaşlarım da sanırsam bir miktar çatılmışlardı.

Fakat söylediklerimin ve gösterdiğim tavırların tam aksine, içten içe pek bir keyifliydim aslında. Bir süredir tehlikeli görevlere gönderilmiyordum. Köyde geçirdiğim süre kat be kat artmıştı ve kendime, medikal çalışmalarıma, hobilerime ayırabilecek epey vakit bulabiliyordum. Hastane nöbetlerim dışında görevlendirildiğim tek şey devriyelerdi artık. Heyecana en yakın hissedebildiğim şeyler ise, devriyelerde iki sokak arkadaki fırıncı ablanın börek ikram edip etmeyeceğini ya da Iori'yle eşleşip eşleşmeyeceğimizi düşünmek oluyordu. Standartlarımı epey düşürmüş gibiydim aksiyon ve macera konusunda sanırım, fakat hala daha kalbimin hızlanmasını engelleyemiyordum onun yanında. Geçerdi zamanla herhalde, ne bileyim.

Hayat son zamanlarda epey huzurlu geçiyordu benim için kısaca. Saklamakta kesin kararlı olduğum hislerimin zorluğunu bir kenara bırakırsak keyfim tam tıkırındaydı. Bu huzurlu havayı ise ya aniden göreve gönderilmek, ya da ne bileyim... Gökten kafama meteor falan yemek bozabilirdi herhalde.

Tasvip etmez bir eda ile dilimi iki kez cıklatıp tekrar konuşmaya başladım. Az daha haşlayacak biraz daha yerden yere vuracaktım Iori'yi. Lakin daha "Hatta bir daha ki sefere bana uğradığında sana çay yerine çöp suy-..." demiştim ki dünyamı 45 derece yamultup beynimi sağa sola savuracak cinsten bir sarsıntı hissettim kafamın arkasında. Epey yüksek de bir ses çıkmıştı. Iori bir tane geçirmiş miydi acaba? Var ya... Lütfen Iori geçirmiş olsun. Olsun ki aşkını meşkini siktir edip eşek sudan gelinceye kadar dövebilmelik bir sebep edineyim kendime. Gözlerimi "Napıyorsun lan amına soktuğum?" diye haykırırcasına kocaman açıp Iori'ye baktım, elimle kafamın ardını okşamaya başlamışken. Ne yazık ki darbe ekmek suratlı çocuktan değil, yönünü şaşırmış bir garip toptan gelmişti.

Kafamda olmayan elimi kaldırıp Iori'nin suratına doğru "LAN BEN VAR YA..." diye bağırdım, ardından kafamı hemen topu fırlatan ve arkamda olan biteni lzmeye koyulan çocuklara doğru çevirdim. Önümde hüzün içinde akıbetini bekleyen topa bir tekme savurup saçma sapan bir evin çatısına gönderdim. "SİZİ DE TOPUNUZU DA KESER BİÇER DELERİM LAN! BASIN GİDİN BURADAN!" diye bitirdim bağırınışımı. Yine huzurum bölünmeden duramamış, kendimi rezil edivermiştim hem Iori hem de şu gelen shinobiye.

Gelen adamı tersleme isteğimi içimde çılgınlar gibi bastırarak selamına karşılık verdim ve sessizce uzattığı parşömeni teslim aldım. Zaten bozulmuş olan moralim biraz daha yokuş aşağı yuvarlanmıştı gönderilen bu parşömenlerle. İkimize aynı anda haber geldiğine göre, kesin... Kesin yine uzaklara tehlikeli bir göreve gönderilecektik. Parşömeni yavaşça açarken içimi gittikçe daha çok saran burukluk, genellikle Iori'nin baş rolde olduğu dramatik senaryolara bırakmıştı hayal gücümü. İşin aslının pek de dramatik olmadığını anlamam için ise, 3 defa baştan okumam gerekmişti kağıtta yazanları.

Anladıklarımı sindirmem için boş boş bakmam gerekti kağıdın ötesine. Ardından, "Bizim elektriği kesmişler borcundan dolayı ya, bir şey yok..." dedim Iori'ye. "Siktir lan." dercesine şekil alan suratından yemediğini anlamamak için yumurtayı pipetle içen bir mal falan olmalıydım herhalde. Yalan söyleme konusunda kendime güvensem, arsız bir aşüfte gibi önüme geleni kekleyebilsem de Iori'ye bir türlü adam akıllı yalan söyleyemiyor, alaycı bakışlarına maruz kalıyordum her seferinde. Gergin gergin gülümsedim, boğazımı falan temizledim durumu toparlamak için. Yine dürüst olmaktan başka çarem yoktu sanırım.

"Sanırım senin de elektriğini kesmişler he..." diye başladım lafa elimdeki parşömeni tekrar rulo haline getirirken. Biraz daha kısık sesle konuşmaya başlamıştım. Halbuki etrafta bizi duyacak pek bir kimse de kalmamıştı. Çocuklar dağılmış, haberi getiren shinobi de çoktan uzaklaşmıştı. "Doğrusunu söylemek gerekirse ben elektriğimin kesilmesi için kendimi hazır hissetmiyorum henüz." dedim gergin gülümsemem devam ederken. Gözlerimi kaçırdım, ruloyu beceriksizce ceketimin cebine tıkıştırmaya çalıştım. Jounin sınavı? Jounin? Ben? Ne alakaydı ki şimdi! Aklıma yıllar önceki Chuunin sınavım, nasıl az daha kaybettiğim, mümkünse bir daha sınava falan nasıl girmek istemediğim geldi. Hayır... Jounin olmak elbette istediğim bir şeydi, "Jounin Kitamura" kulağa aşırı havalı gelse de bu rütbeyi sınav ile kazanmayı ummak? Hayır, hayır, hayır...

Boş yapmayı bıraktım. Ellerimi tekrar cebime koyup yürümeye devam ettim Iori ile. Az öncenin aksine daha kambur yürüyordum şimdi, kafam ise yere eğikti hafiften. Doğru düzgün bir cümle kurmaya çalıştım, fakat söyleyebildiklerim "Kusura bakma, sen katılmayı düşünüyorsan eğer... Ben... Gelemeyeceğim." den öteye gidemedi.

Re: Kusagakure: Mektup

Posted: September 19th, 2020, 9:35 pm
by Tsujihara Iori
Susumu'nun kafasına top çarpana kadar herşey eğlenceliydi. Muhabbet ediyorduk, Susumu benim yorumlarıma katlanamıyor ve sinirleniyordu, ardından siniri hemen geçiyor, yolumuza bakıyorduk. Susumu'nun kafasına o top denk geldiğinde ise işler daha da eğlenceli bir vakit aldı.

Standart bir devriye gezintisindeydik. Epey oluyordu tehlikeli bir şeyler yapmayalı. Ki zaten pek de kendimi tehlikeye atasım da yoktu son zamanlarda. Susumu ile vakit geçirmek, genelde sakin günler yaşamak son bir kaç ayın sitresini almıştı benden. Yağmurda ve çamurda geçirdiğimiz o günleri hatırladıkça içim sıkılıyor, buhran basıyordu resmen. Tabii, bu durum hiç bir zaman görevime olduğundan daha az değer vermeme sebep olmadı. Zaten şu anda da "tatil" gibi bir şeydeydik. Uzunca görev yaptığımız için köye gönderilmiş ve dinlenmemiz istenmişti. Bir süre sonra illa geri çağrılacaktık, bu kesindi biraz.

Neyse, nerede kalmıştık... Evet, Susumu'ya top denk gelince her şey daha eğlenceli oldu. Dönüp çocukları tehdit etmesi, çeşitli şekilde içlerinden geçeceğinden bahsetmesi epey komikti. Ellerimi belime koydum ve gülmeye devam ettim. Gerçekten çocuklara bir şey yapmayacaktı, bunun bilincindeydim. Ha yaparsa durdurur muydum... Evet durdururdum. Kesin durdururdum ya, şimdi düşününce, evet. Devriyede olmasak belki bir tık geç müdahale edebilirdim de, neyse.

Susumu'ya gülerken bize birisinin yaklaştığını fark ettim nefes almak için durduğumda. Görevlere çıkmayan, memur bir Chuunin'di kendisi. Saygı duyduğumuz birisiydi de diyebilirdim aslında. Kendisinin bize uzattığı parşömenleri açtık ve okumaya koyulduk o ortamdan uzaklaşırken.

Elektrik kesilmemişti, hayır. Bu bariz belliydi. "Hadi ya, tavuklarına haciz koymamışlar mı yani?" dedim düşünceli bir şekilde. Otomatiğe bağlamıştım resmen. Düşündüklerim ile söylediklerim bağımsızdı. Sınav... Hiç düşünmemiştim böyle bir ihtimali. Kendimi o kadar da yeterli görmüyordum açıkçası, gerçekçi olacaksam. Bir noktaya kadar yeterliydim ama o kadar da değildi aslında.

Susumu'nun da katılmayacağını söylemesiyle kararım kesinleşmişti aslında. O olmadan gitmenin de pek bir anlamı yoktu açıkçası. Gülümsedim ona doğru, ardından sol elimle onun sağ omzuna hafifçe vurdum. "Ne gitmesi ya, senin tavukları yiyeceğiz daha. Dert etme. Sensiz keyfi çıkmaz zaten." dedim ardından. Sonrasında ileriye doğru büyük bir adım attım sırıtırken. Susumu'nun tehlike alanında olmak istemiyordum son lafımdan sonra. Parşömeni yeleğimin ceplerinden birine koyarak yürümeye devam ettim.