
Ölümün farkındalığı, diğerleri için hiç bu kadar apaçık olmamıştı, Haru ise bunun hep farkındaydı. Fânîlik öylesine hatırlatıyordu ki kendini, bu neşe dolu yüreklere, savaş alanının iğrençliğinin kokusunu da taşıdığına yemin edebilirdiniz. Buradaki herkes ölümlüydü. Yarın ölmeyeceğimizi iddia etmenin herhangi bir yolu yoktu.
Bir savaşı estetize etmenin hiçbir anlamı yoktur. Yanık et kokusu zihninizde güzel bir biftek kokusuymuş gibi tezahür edebilir, ama iğrençtir. Kan kokusu diye bir şey olmadığını düşünenler yanılgı içindedir. Bağıranlar, acı içinde feryat edenler, acıdan serap görenler... Ölü bir beden kaslarının kontrolünü de yitirdiği için içindeki dışkı da dışarı çıkar. Savaş budur. Bizler ne tanrıyız, ne de ölmeyen varlıklarız. Hayat bu, gerçekler bunlar. Bir mezarlığı estetize etmenin hiçbir anlamı yoktur. Bilinci olmayan, nefes almayan insanların yattığı yerlerdir. Kendini başka insanları öldürmeyi iş addetmiş insanların ise gitmesi gereken son yerdir. “Bu yatanlar sizin idealleriniz için öldüler. Siz kadar güçlü olamadıkları için öldüler.” Diye geçirdi içinden Haru. Kime söylediğini kimse bilemezdi. Ne yaptığının bile farkında olamayacak kadar genç insanlar da öldü, yaşlılar da öldü.
Savaşın hayaletinin herkesin yüreklerini sarması olması gereken bir durumdu. Shinobilere yüklenen bu korkutucu görevin ne denli acı verici olduğunu görmek herkesin yükümlülüğüydü artık. Sade bir törenle uğurlanıyordu hepsi. Onu toprağın altındakilerden ayıran tek şey, onlardan biraz daha fazla çalışmış olmasıydı. Biraz daha güçlü olmasıydı. Kül tadı geldi ağzına Haru’nun. Nedenini bilmiyordu. Alüminyum tadı geldi, içinde kusma isteği uyandırıyordu bu tatlar. İnsanların hislerinin bir dışavurumu muydu bu tat? Oysa ki deli rüzgar süpürüp atmalıydı tüm bu kokuları, tatları. İnsanların sırtlarına baktı Haru. Ağlayanları gördü. Fısıltıları duymaya çalışsa da rüzgar alıp götürüyordu sesleri, ufak bir uğultu kalıyordu geriye. Burada ölümden başka hiçbir şey yok.
Etrafına baktı Haru sonra. Gittikçe kalabalıklaşan yalnız insanları gördü. Susumu’yu gördü ardından. Kendi gibiydi o da, kalabalıklar içinde yalnızdı. Korkuyor muydu acaba o da, üzgün müydü ya da geleceği için? Belki de sinirliydi yaşananlara. Yaşatılanlara. Yavaş adımlarla yanına gitti. Yanına yaklaştıkça Susumu’nun, başı dönüyordu. Hiç konuşmadığı biriyle konuşmak üzereydi. Hiç kendisi gibi değildi bu hareket, Haru sosyal bir insan değildi.
“Hayatta olduğun için mutluyum.” Dedi biraz yanında durduktan sonra. “İnsanları hayatta tuttuğun için de teşekkür ederim. Benim yapabildiğim bir şey değil bu. Maalesef ki sadece öldürmeyi bilirim. Boş zamanın var mı? Benim konuşmaya ihtiyacım var. Anlatmaya. Senin de anlatmak istediğin varsa, dinlemeye.”
Depresyonda olmanın en büyük kötülüğü kimseyle konuşamamanın verdiği hissizliktir. Her ne kadar kendini cezalandırmak da istese Haru, depresyonunu bitirmek için ilk adımı attığının farkındaydı. Bunu da isteyerek yapıyordu. Evinde geçirdiği zamanın sonucu olarak kendini öldüreceğini düşünmeye başladığı için bunu yapıyordu. Sırtını dayayabilecek bir kaya bulmak. Bir şeyler paylaşabilmek. Bir şeyler hissedebilmek. Hissizdi Haru, dört beş aydır. Kendi içinde takılıp kalmış, kendi düşüncelerini boynunun etrafına dolamıştı bir sandalyeye çıkıp. Haru ölmek istemiyordu, Haru günahlarının ağırlığından kalkmak istiyordu artık. Bunu yapmaya hazır değildi belki, ama istiyordu bu ölüm sessizliğinden kurtulmayı. Sessizlik onun için gelmeden.