Off Topic
Bölüm 1: Pasifist Deha
Izena’dan döneli tam bir gün olmuştu. Güneşin yeni battığı akşam saatleriydi. Son öğünümü henüz yemiştim. Evimin büyük bölümünü kaplayan odasının ışığını açıp ayaklarımı yerden kesmeden yatağıma uzandım. Ellerimi göz hizama getirip kalıcı olduğunu öğrendiğim yaralarımı incelemeye başladım. Parmaklarım ve avuçlarımın içi tamamen kaplanmıştı. Yıldırım şeklinde ilerleyen yaralar omuzlarıma kadar devam ediyor, devam ettikçe renkleri normal derimin rengine dönüyordu. Havalı duruyordu açıkçası. Oluşan kalıcı his kaybının karşılığı olarak daha havalı bir görünüme sahip olmuştum. Garip bir durumdu, ne düşüneceğimi bilemiyordum. Başta işlevimi etkileyeceğini düşünüyordum ama köydeki Iryou-nin ekibinin müdahalesiyle dövüş yeteneklerimi etkilemeyecek kadar düzeltilebilmişti yaralarım. Bu yaralarla ilgili ne olumlu, ne olumsuz, buruk, tatsız bir duygu içindeydim.
Belki de tüm dünyanın en çok aranan kaçağıyla başa baş dövüşe girerek almıştım bu yaraları. Kolay değildi tabi. Henüz yaşımın erken olduğu da çevremdekiler tarafından sıkça tekrar ediliyordu. Ben çok umursamıyordum, görevle bağdaştırıldığında anlamsız bulduğum bir durumdu. Ancak şu anki halimi gözden geçirmek istediğimde bunu da denkleme katmak mantıklı geliyordu. Bu yaraları bana güvenip kendini feda eden Haiki-sama’yı korurken, köye en büyük ihaneti etmiş yüksek seviyeli bir shinobiyle dövüşürken, o anki ekibim olan Shinji-san ve Akemi-san için zaman kazanmaya çalışırken almıştım. Köyüm için, yağmur için, barış için çaba gösterirken ödediğim bir bedeldi bu. Böyle düşündüğümde o hain pusudan herkesi kurtarıp ekipçe sağ çıkabilmemiz karşılığında çok küçük bir bedeldi. Buna değmişti. Yaralarımı bir onur nişanesi olarak taşıyacaktım. Ayağa kalktım, sağ elimi sol omzuma iki kere vurdum ve kendi kendime ant içtim: “Yağmurdan yaşama!”
Düşüncelerimi netleştirip kendime geldiğim anda odanın aydınlatmasını sağlayan ampul, yağmurun şiddetlenmesine paralel şekilde birkaç saniye boyunca ses çıkarmaya başlamıştı. Ardından ışığın birkaç saniye titreyip kendiliğinden açılıp kapanmasını izledim. Işığı kapatmaya hareketlendiğimdeyse ben anahtara ulaşana kadar küçük bir duman çıkararak ampulün iflas edişini gördüm. Işığı yeniden kapatıp açmayı denedim, olmadı. Ampulü değiştirmek istedim ama yedeğim yoktu. Bir elektrikçi dükkanının yolu görünmüştü. Giyinip yanıma yanmış ampulü ve biraz da para aldıktan sonra evden çıktım. Neyse ki tanıdık elektrikçim vardı.
Birkaç geçit ve sokağı aştıktan sonra yaklaşık yirmi dakikada çocukluk arkadaşım Miyajima Hideki’nin çırak olarak çalıştığı dükkana varmıştım. İçeri girdiğimde o kadar yoğun çalışıyordu ki beni fark etmemişti bile. Dükkanda yalnızdı. Demek ki dahi arkadaşım ustasının güvenini kazanıp kendisi dükkanı işletebiliyordu. Zaten hep zekasını ve çalışkanlığını kanıtlayan bir kişilikti. Kendisiyle bir kez daha gurur duymuştum. İşinin biraz olsun hafiflediğini hissettiğim bir anda seslendim: “Hideki, kolay gelsin.” Arkasına döndüğü anda suratı simsiyah, üstü kir içinde beni karşılayıp tüm dişlerini göstererek gülümsemişti. Öyle bir pisliğin içindeydi ki, suratında gözlerinin akı ve dişleri dışında beyaz yer kalmamıştı. “Kazuya!” Koşarak bana sarıldı ve bütün pisliğini benim de üzerime bulaştırdı.
Dükkanın girişindeki lavaboda üzerimi biraz temizledikten sonra yanda boş duran bir iskemleye oturdum. Hideki de benden sonra aynı lavaboda kendini temizleyeme başladı ama onun işi epey uzun sürecek gibiydi. O üstünü temizlerken laflamaya başladık. “Kahramanlıklarını duyuyorum, kendin için doğru yolu seçtiğine hep emin oldum Kazuya.” Gülümsedim, ben akademiye başladıktan sonra çok az görüşebilir olmuştuk ama en yakın arkadaşım hep Hideki olmuştu. “Teşekkür ederim, keşke sen de dehanı daha pratik şeylere kullansaydın.” Onun da çok iyi bir shinobi olacağını hep söylerdim kendisine, bir kez daha tekrarladım. Yine yüzü asıldı. “Bunu konuşmaktan bıkmadın mı taş kafalı…” Surat ifadesi son kelimesiyle biraz daha gülümseyen hale gelmişti. Bu konuyu her açtığımda bana kızıyordu. Devam etmeyecektim… ama haklı olduğumu biliyordum. Küçücük çocukken hiç eğitim almadan ninjutsu kullanmayı öğrenmişti Hideki. Efsanevi bir shinobi olabilirdi. Olmamayı tercih ediyordu. Buna saygı duymalıydım, ama duyamıyordum. Köyün ona ihtiyacı vardı. Şimdilik konuyu kapattım.
Sohbetin akışını bölse de konuyu değiştirdim ve orada bulunma sebebimden bahsetmeye başladım. “İşte böyle titredi falan, sonra ‘puf’ gibi bi ses çıktı kapandı. Açamadım bir daha, ışık yok evde.” Cebimden çıkardığım ampulü Hideki’ye uzattım. O da temizlenmesini bitirmişti, ampulü elimden alıp incelemeye başladı. İki dakika kadar evire çevire inceledikten sonra kırıp çöpe attı. “Bekle.” diyip içeri girdi, elinde yeni bir ampulle geri gelip kutuyu kucağıma koydu. “Bu yetmez, yuvasını da değiştirmek gerekecek. Anlatsam yapabilir misin?” Hiç anladığım bir iş değildi ama Hideki anlatacaksa bir şansım olabilirdi. “Denerim, başaramazsam yine gelirim.” İçeri geçtik, arkadaşım bana ampul yuvası değiştirmeyi gösterdi. Anlayamadığım için birkaç kez tekrarlaması gerekti ama sonunda kafama oturur gibi olmuştu. Aldıklarımın parasını ödeyip dışarı çıktım.
Vedalaşırken Hideki’yi kızdırmak için piç bir gülümsemeyle: “Zekanla bu köye barışı getirebilecekken…” Lafım bitmeden ağzıma parmaklarının ucuyla bir tokat attı Hideki. Sinirlenmiş gibi değil de sitemkar bir yüz ifadesi vardı. “Gel benimle.” Dükkanın içine geri girdik, arka tarafta bir kapısı olmayan eşikten geçip yine dükkanın karşılayıcı tarafı kadar büyük bir alana girdik. Küçük bir oda gibiydi burası. İçeri girdiğimiz taraf hariç duvarları ayaksız, duvara asılı masalarla kaplıydı. Bu masaların üstünde bir sürü elektronik cihaz vardı. Duvarlara asılı maslarla arasında tam bir yetişkinin geçebileceği kadar mesafe bırakılmış şekilde odanın ortasında kocaman bir masa daha vardı. Atölye, üretim yeri gibi bir yerdi burası.
Biraz yürüdükten sonra dev masanın karşı tarafına geçtik. Hideki masanın üzerindeki ince bir perdeyi kaldırıp gözlerimin içine dik dik bakmaya başladı. “Bunları artık ve ucuz parçaları kullanarak yaptım. Benim kendi yöntemlerimle barışı getirebileceğimin kanıtı.” Perdenin altında gösterdiği şeylere baktığımda biraz irkilmiştim. Bazı elektronik aletleri birbirine birleştirmiş, anlamadığım bir şeyler yapıp böcek şekline sokmuş. Kanat takmış, garip aletler yapmıştı. Bir kaşım havada Hideki’ye baktım. Bana ne göstermeye çalıştığını anlamlandıramamıştım. Benim bu kadar yadırgamış olmama rağmen onun öz güveni tepedeydi.
Hideki elini böceklerden birinin üzerine götürdü. Raiton ile böceği çarptıktan sonra avucuna alıp biraz chakra aktardı. Ardından kanatlarını çırpmaya başlayan elektronik böcek Hideki’nin çevresinde dolanmaya başladı. “Ben kavga edemem Kazuya, dövüşemem, savaşamam.” Hayretle böceği takip etmeye çalışıyordum. Çok ilginç bir mekanizmaydı. “Benim karakterim bu değil.” Böcek birkaç tur döndükten sonra kafamın tepe noktasına kondu. Hideki’nin gözleri aynı noktaya bakıyordu, bunun bir tesadüf olmadığını anlamıştım. Göz göze geldik. “Ama senin dövüşmene kendi kabiliyetlerimle yardımcı olabilirim.” Etkilenmiştim. Sözlerinden, şovundan, azminden, zekasından… Hideki gerçek bir dahiydi. Gülümsedim. Artık parçalarla bunları yapabildiğine göre kaliteli parçalara erişimi olsa kim bilir neler ortaya çıkacaktı...
Hideki’yi takdir ettiğim birkaç dakikanın ardından bana da biraz test yaptırtmıştı Hideki. Anlayabildiğim kadarıyla elektronik, şarj edilebilen aletlerdi. Chakra aktarılarak çalışıyor, Raiton kullanılarak şarj edilebiliyorlardı. Aktardığım chakrayla yönlendirebiliyor, konacağı yeri seçebiliyordum. Komut almazsa böcek etrafımda dönüyordu. Ucu çok açık, geliştirilebilir bir icattı. İhtimaller sınırsızdı, tam da Hideki’nin dehasından beklenir bir şeydi. Kullanışla ilgili alışkanlığı edindiğim bir süreden sonra Hideki bana tecrübelerimle ilgili sorular sormaya başladı. Böcekleri nasıl kullanabileceğim hakkında düşündüm ve ona üç farklı tip geliştirebilmesi için fikirler verdim. Fikirlerimden birincisi gözlem ve devriye, ikincisi ilk yardım, son olarak da saldırı amacıyla kullanılabilecek şekilde tasarımlar yaratılabileceği yönündeydi. Detay olarak çok şey düşünememiştim ama Hideki benim yerime bunları düşünebilirdi. Katkım olabilecek her bilgiyi kendisiyle paylaştıktan sonra bu sefer gerçekten vedalaşıp ayrıldık. Çalışmalarının sonucunu heyecanla bekliyor, Hideki’nin dükkanını sık sık ziyaret ediyor olacaktım.
Belki de tüm dünyanın en çok aranan kaçağıyla başa baş dövüşe girerek almıştım bu yaraları. Kolay değildi tabi. Henüz yaşımın erken olduğu da çevremdekiler tarafından sıkça tekrar ediliyordu. Ben çok umursamıyordum, görevle bağdaştırıldığında anlamsız bulduğum bir durumdu. Ancak şu anki halimi gözden geçirmek istediğimde bunu da denkleme katmak mantıklı geliyordu. Bu yaraları bana güvenip kendini feda eden Haiki-sama’yı korurken, köye en büyük ihaneti etmiş yüksek seviyeli bir shinobiyle dövüşürken, o anki ekibim olan Shinji-san ve Akemi-san için zaman kazanmaya çalışırken almıştım. Köyüm için, yağmur için, barış için çaba gösterirken ödediğim bir bedeldi bu. Böyle düşündüğümde o hain pusudan herkesi kurtarıp ekipçe sağ çıkabilmemiz karşılığında çok küçük bir bedeldi. Buna değmişti. Yaralarımı bir onur nişanesi olarak taşıyacaktım. Ayağa kalktım, sağ elimi sol omzuma iki kere vurdum ve kendi kendime ant içtim: “Yağmurdan yaşama!”
Düşüncelerimi netleştirip kendime geldiğim anda odanın aydınlatmasını sağlayan ampul, yağmurun şiddetlenmesine paralel şekilde birkaç saniye boyunca ses çıkarmaya başlamıştı. Ardından ışığın birkaç saniye titreyip kendiliğinden açılıp kapanmasını izledim. Işığı kapatmaya hareketlendiğimdeyse ben anahtara ulaşana kadar küçük bir duman çıkararak ampulün iflas edişini gördüm. Işığı yeniden kapatıp açmayı denedim, olmadı. Ampulü değiştirmek istedim ama yedeğim yoktu. Bir elektrikçi dükkanının yolu görünmüştü. Giyinip yanıma yanmış ampulü ve biraz da para aldıktan sonra evden çıktım. Neyse ki tanıdık elektrikçim vardı.
Birkaç geçit ve sokağı aştıktan sonra yaklaşık yirmi dakikada çocukluk arkadaşım Miyajima Hideki’nin çırak olarak çalıştığı dükkana varmıştım. İçeri girdiğimde o kadar yoğun çalışıyordu ki beni fark etmemişti bile. Dükkanda yalnızdı. Demek ki dahi arkadaşım ustasının güvenini kazanıp kendisi dükkanı işletebiliyordu. Zaten hep zekasını ve çalışkanlığını kanıtlayan bir kişilikti. Kendisiyle bir kez daha gurur duymuştum. İşinin biraz olsun hafiflediğini hissettiğim bir anda seslendim: “Hideki, kolay gelsin.” Arkasına döndüğü anda suratı simsiyah, üstü kir içinde beni karşılayıp tüm dişlerini göstererek gülümsemişti. Öyle bir pisliğin içindeydi ki, suratında gözlerinin akı ve dişleri dışında beyaz yer kalmamıştı. “Kazuya!” Koşarak bana sarıldı ve bütün pisliğini benim de üzerime bulaştırdı.
Dükkanın girişindeki lavaboda üzerimi biraz temizledikten sonra yanda boş duran bir iskemleye oturdum. Hideki de benden sonra aynı lavaboda kendini temizleyeme başladı ama onun işi epey uzun sürecek gibiydi. O üstünü temizlerken laflamaya başladık. “Kahramanlıklarını duyuyorum, kendin için doğru yolu seçtiğine hep emin oldum Kazuya.” Gülümsedim, ben akademiye başladıktan sonra çok az görüşebilir olmuştuk ama en yakın arkadaşım hep Hideki olmuştu. “Teşekkür ederim, keşke sen de dehanı daha pratik şeylere kullansaydın.” Onun da çok iyi bir shinobi olacağını hep söylerdim kendisine, bir kez daha tekrarladım. Yine yüzü asıldı. “Bunu konuşmaktan bıkmadın mı taş kafalı…” Surat ifadesi son kelimesiyle biraz daha gülümseyen hale gelmişti. Bu konuyu her açtığımda bana kızıyordu. Devam etmeyecektim… ama haklı olduğumu biliyordum. Küçücük çocukken hiç eğitim almadan ninjutsu kullanmayı öğrenmişti Hideki. Efsanevi bir shinobi olabilirdi. Olmamayı tercih ediyordu. Buna saygı duymalıydım, ama duyamıyordum. Köyün ona ihtiyacı vardı. Şimdilik konuyu kapattım.
Sohbetin akışını bölse de konuyu değiştirdim ve orada bulunma sebebimden bahsetmeye başladım. “İşte böyle titredi falan, sonra ‘puf’ gibi bi ses çıktı kapandı. Açamadım bir daha, ışık yok evde.” Cebimden çıkardığım ampulü Hideki’ye uzattım. O da temizlenmesini bitirmişti, ampulü elimden alıp incelemeye başladı. İki dakika kadar evire çevire inceledikten sonra kırıp çöpe attı. “Bekle.” diyip içeri girdi, elinde yeni bir ampulle geri gelip kutuyu kucağıma koydu. “Bu yetmez, yuvasını da değiştirmek gerekecek. Anlatsam yapabilir misin?” Hiç anladığım bir iş değildi ama Hideki anlatacaksa bir şansım olabilirdi. “Denerim, başaramazsam yine gelirim.” İçeri geçtik, arkadaşım bana ampul yuvası değiştirmeyi gösterdi. Anlayamadığım için birkaç kez tekrarlaması gerekti ama sonunda kafama oturur gibi olmuştu. Aldıklarımın parasını ödeyip dışarı çıktım.
Vedalaşırken Hideki’yi kızdırmak için piç bir gülümsemeyle: “Zekanla bu köye barışı getirebilecekken…” Lafım bitmeden ağzıma parmaklarının ucuyla bir tokat attı Hideki. Sinirlenmiş gibi değil de sitemkar bir yüz ifadesi vardı. “Gel benimle.” Dükkanın içine geri girdik, arka tarafta bir kapısı olmayan eşikten geçip yine dükkanın karşılayıcı tarafı kadar büyük bir alana girdik. Küçük bir oda gibiydi burası. İçeri girdiğimiz taraf hariç duvarları ayaksız, duvara asılı masalarla kaplıydı. Bu masaların üstünde bir sürü elektronik cihaz vardı. Duvarlara asılı maslarla arasında tam bir yetişkinin geçebileceği kadar mesafe bırakılmış şekilde odanın ortasında kocaman bir masa daha vardı. Atölye, üretim yeri gibi bir yerdi burası.
Biraz yürüdükten sonra dev masanın karşı tarafına geçtik. Hideki masanın üzerindeki ince bir perdeyi kaldırıp gözlerimin içine dik dik bakmaya başladı. “Bunları artık ve ucuz parçaları kullanarak yaptım. Benim kendi yöntemlerimle barışı getirebileceğimin kanıtı.” Perdenin altında gösterdiği şeylere baktığımda biraz irkilmiştim. Bazı elektronik aletleri birbirine birleştirmiş, anlamadığım bir şeyler yapıp böcek şekline sokmuş. Kanat takmış, garip aletler yapmıştı. Bir kaşım havada Hideki’ye baktım. Bana ne göstermeye çalıştığını anlamlandıramamıştım. Benim bu kadar yadırgamış olmama rağmen onun öz güveni tepedeydi.
Hideki elini böceklerden birinin üzerine götürdü. Raiton ile böceği çarptıktan sonra avucuna alıp biraz chakra aktardı. Ardından kanatlarını çırpmaya başlayan elektronik böcek Hideki’nin çevresinde dolanmaya başladı. “Ben kavga edemem Kazuya, dövüşemem, savaşamam.” Hayretle böceği takip etmeye çalışıyordum. Çok ilginç bir mekanizmaydı. “Benim karakterim bu değil.” Böcek birkaç tur döndükten sonra kafamın tepe noktasına kondu. Hideki’nin gözleri aynı noktaya bakıyordu, bunun bir tesadüf olmadığını anlamıştım. Göz göze geldik. “Ama senin dövüşmene kendi kabiliyetlerimle yardımcı olabilirim.” Etkilenmiştim. Sözlerinden, şovundan, azminden, zekasından… Hideki gerçek bir dahiydi. Gülümsedim. Artık parçalarla bunları yapabildiğine göre kaliteli parçalara erişimi olsa kim bilir neler ortaya çıkacaktı...
Hideki’yi takdir ettiğim birkaç dakikanın ardından bana da biraz test yaptırtmıştı Hideki. Anlayabildiğim kadarıyla elektronik, şarj edilebilen aletlerdi. Chakra aktarılarak çalışıyor, Raiton kullanılarak şarj edilebiliyorlardı. Aktardığım chakrayla yönlendirebiliyor, konacağı yeri seçebiliyordum. Komut almazsa böcek etrafımda dönüyordu. Ucu çok açık, geliştirilebilir bir icattı. İhtimaller sınırsızdı, tam da Hideki’nin dehasından beklenir bir şeydi. Kullanışla ilgili alışkanlığı edindiğim bir süreden sonra Hideki bana tecrübelerimle ilgili sorular sormaya başladı. Böcekleri nasıl kullanabileceğim hakkında düşündüm ve ona üç farklı tip geliştirebilmesi için fikirler verdim. Fikirlerimden birincisi gözlem ve devriye, ikincisi ilk yardım, son olarak da saldırı amacıyla kullanılabilecek şekilde tasarımlar yaratılabileceği yönündeydi. Detay olarak çok şey düşünememiştim ama Hideki benim yerime bunları düşünebilirdi. Katkım olabilecek her bilgiyi kendisiyle paylaştıktan sonra bu sefer gerçekten vedalaşıp ayrıldık. Çalışmalarının sonucunu heyecanla bekliyor, Hideki’nin dükkanını sık sık ziyaret ediyor olacaktım.