Ucu paslanmaya yüz tutmuş oku ellerimde çevirdim bir kaç tur. Kırmızıya çalan gövdesinden tuttum ve baş parmağımla ittirerek ne kadar bükebildiğimi test ettim nazarımda. Esnek ancak sağlamdı, fakat yine de Fuu'nun sadakına girmeye layık görülmemişti. O kaybolduğundan beri de benim duyduğum özlemin aynısını çekiyor, köşede istiflenmiş eşyaların arasında, geri dönmeyi başaracak kardeşlerini bekliyordu elinden hiçbir şey gelmeden. Bugün, kardeşlerine kavuşacağı gün değildi, muhtemelen yarın da olmayacaktı, ertesi gün de, ve belki de bir ay daha. Bir kaç tur daha çevirdim oku, ardından masaya koydum yavaşça, sadaka girememiş diğer çeşitli okların yanına. Her biri Fuu'nun bir çok farklı yönünü temsil ediyordu kendimce. Birbirlerine zıt materyalleri, biri çok esnekken az ilerdekinin aşırı sert ve ince olması, dalga geçercesine rengarenk ve upuzun tüylü olanı... Hepsi tek bir vücutta binbir çeşit duyguyu, mimiği sergileyebilen kardeşimi anımsatıyordu bana. Savaş alanında daha ne olduğunu, neye benzediğini anlayamadan zarar vermeye odaklı olmaları da, bu benzerliğe son noktayı koyuyordu kafamda. Fuu, zarar vermeyi seven bir kızdı. Düşmanlarına kendini göstermeden işi bitirmeyi seven, onlara duygunun kırıntısını göstermeyen, ancak yalnız olduğumuzda beni sevgisine, duygularının her çeşidine boğan bir kız. İki aydır sırra kadem basmış vaziyette, kaybolduğu yerden bana zarar vermeyi başarabilen bir kız.
Doğruldum uzandığım yerde, ayaklarıma yığılmış battaniyeyi üzerime geri çektim ve sırtımdaki yastıkları düzelttim. Sırtım ağrımıştı biraz, biraz da başım ağrıyordu üç gündür olduğu gibi. Daha iyi hissetmek için yapmam gerekenler basitti aslında; kalkıp sobaya bir kaç odun atarak harlamak, ışıkları kısıp alevin loşluğunun salonu doldurmasına izin vermek, belki de sıcak bir duş alıp tekrar battaniyenin altına dönmek ve kitap okumak. Fakat kendimi cezalandırırcasına soğuk salonda, rahatsız koltukta uzanıyor, düşüncelere dalmadığım anlarda ise tiz bir sesin kulaklarımı doldurmasına izin vererek tavanı izliyordum. Kawakami'den döndüğümden beri yatağımda uyumamıştım. İnsanlar bu kadar huzursuzken rahat bir yatakta uyuyacak olmak batmıştı bir yanlarıma ama çaktırmamıştım bunu kendime seslice. Kawakami'de ve Doushi'de ölen arkadaşlarım, kayıp kardeşim, köyü sarmaya başlamış kara bulutlar, neşesiz Iori... Zihnim hep bu konular arasında gidip geliyordu uyumam gereken saatlerde. Enerjimi doldurmam gereken saatler kötü düşünceler arasında dolanmakla geçiyor, ertesi güne daha umutsuz bir şekilde başlamama sebep oluyordu. Köy hem aynı, hem de çok farklıydı döndüğümden beri: Norio Sensei Kei-san ile bir çocukları olacağını söylemişti yaşadıkları sevinci yansıtmaktan uzak bir şekilde. Kei-san beraber çalışmaya tekrar başladığımızdan beri daha sert davranıyordu bana, fakat kötü bir sebeple değildi. Risa uzun zamandır ayartmaya çalıştığı çocuğu elde etmiş ancak terk etme derdine düşmüştü şimdi de. Ryouma ise, gene aynı dingillikteydi ama döndüğümün ertesi günü, antrenman yapmayı teklif etmişti bana beni şaşırtır bir şekilde. Iori ile buluşacağım için reddetmiştim. İçme derdinde olan Risayı da, ağzıma sıçtıktan sonra gönlümü almak için yemek ısmarlayacak Kei-san'ı da, aynı sebepten geri çeviriyordum bir kaç gündür. Uyanır uyanmaz hazırlanıp, neşelendirmeyi bir türlü başaramadığım çocukla buluşup vaktimi onunla sessiz bir şekilde geçirmeyi tercih ediyordum. Önce biraz antrenman... Yo hayır biraz değil, epey bir antrenman. Ardından Nora'nın restoranında yemek, sonra biraz daha vakit geçirme, son olarak da evlere ya da hastaneye dağılış. Birkaç gündür aynı senaryodaydı günlerimiz, oldukça da sessiz. Sessizliğe rağmen Iori'yi tanımama engel olmuyordu geçirdiğimiz bu vakitler, onunla ilgili detayları bazen isteyerek, bazen de farkında olmadan hafızama kazıyordum gün geçtikçe. Gün geçtikçe daha iyi bir arkadaş oluyordu benim için, beni konuşmaya ya da istemediğim şeylere zorlamayan, güvenebileceğim bir dost. Her günün sonunda, yaşadığı mutsuzluğa daha da çok üzülüyordum. İçinde olduğu hisleri az çok tahmin edebiliyordum, sonuçta ben de ipucu olmaksızın yitip gitmiş bir parçamın ardını aylardır gözlüyordum. Tek fark, bende yollara koyulmayı teklif edecek cesaret yoktu. Çıkarsam karşılaşacağım sonuçlardan korkuyordum.
Saat kaç olmuştu? Yağmur durmuş muydu? Azaldığına göre duracak olmalıydı. Durmasaydı keşke. Köyümün yağmurları o lanetli topraklardaki gibi umutsuzluk dolu değildi benim gözümde, sesi beni rahatlatır, zihnimi sakinleştirirdi hep gök gürültüleri. İyi bir gök gürültüsü lazımdı belki de, zihnimi gene sarmaya başlamış düşüncelerden arındırmak için. Taşıdığım naaşlar geliyordu aklıma, köşelere iteleyip Fuu'nun unutmayı tercih ettiği oklar gibi gizlemek istesem de. Ve Gyaku'nun sözleri. Her hatrıma gelişinde huzursuzlukla harmanlanmış garip bir sabırsızlık sarıyordu bedenimi. Tekrar doğruldum uzanmaya çalıştığım yerde ve battaniyeyi yere attım. Yere atmamla eş zamanlı olarak da, kapım çalındı. Çağrılmıştım, istisna kabul edilmiyordu. Zaten bahane asla aramazdım ki! Neyi beklediğimi bile bilmediğim bir an gelmişti, nasıl reddederdim? Hızlıca içeri seğirttim, göreve uygun bir şeyler giydim; Iori'nin aldığı kazağı geçirdim üzerime, altıma ise rahat bir eşofman. Alın bandımı taktım, imzam olarak gördüğüm kırmızı işaretleri çizdim göz altlarıma hızlıca. Önce belimin sağına shinobi çantamı taktım, aksi yöne ise bu çantanın tam tersi bir amaca sahip olan diğer çantamı. Hızlıca yola koyuldum, daha vaktim olduğunu bilmeme rağmen evde durmak istememiştim. Kendimden beklemediğim bir şekilde salonu dağınık bırakmış, komşu teyzenin kapısındaki halı altına da yedek anahtarımı bırakmış, yardırmıştım çağrıldığım yere doğru. Iori'ye de bir yer kaparak oturmuştum ön sıraların birine. Geleceğini biliyordum, bu kadar insan buraya dolmuşken, önemli bir şeyler olacakken onun evde bırakılmayacağına emindim. Zaten, çok geçmeden haklı olduğumu da anlamıştım, Yanıma oturması için iyice yer açıp, hepten dolmaya başlayan odayı izlemeye koyulmuştum klasik sessizliğimizle.
Haru'nun sessiz gülümsemesine karşılık verdim, iki parmağımı alnıma götürdükten sonra parmaklarımı ona yönelterek selamladım. Onun bu görüntüsüne alışıktım aslında, kendini koruması gerektiğini, güneşin ona zarar verdiğini biliyordum. Arkasındaki Jouichirou'nun yakın zamanda kötü bir zehirlenme atlattığını da. Selamımı, ona da yönelttim. Hastanede olduğum vakitler bir kaç defa ziyaret etmiştim kendisini, taburcu olduğunu görmek beni sevindirmişti. Zehirler pek iyi olduğum bir konu değildi, onun hasta yattığı bu süre bu eksikliğimi sürekli aklıma getirmişti. Risa'yı aradı gözlerim, fakat onun yerine önce Kumo'yu seçti bakışlarım, ardından Teki ve Sakuma'yı. Hızlıca onlara da selam verip, Kumo'nun tek kalmaması için yer açmaya çalıştım Iori'yi azıcık ittirerek. Hızlıca "Gel, gel." yaptım çocuğa doğru, yeri ona açtığımızı anlaması için. Ardından tüm dikkatimi içeri giren Gyaku-san'a yönelttim, peşine Aisu ile Mitsuo'yu takmış, hızlıca konuya girmişti beni en vuran yerden. Tüm konuşmasını pür dikkat dinledim, dinledikçe de içimi saran sabırsızlığa biraz daha izin verdim. Fakat bu sabırsızlık bu sefer huzursuzluğa arkadaşlık etmiyordu, hırs ile harmanlanıyordu. İnsanların ayaklanışını izledim, ben de ayağa kalkmadan önce de Gyaku-san'a doğru başımı salladım hızlıca, anladığımı belirtircesine. İtirazımın olacağı, tereddüt edeceğim bir durum değildi benim için, hatta beklediğim bir andı bile diyebilirdim. İnsanları korumayı ne kadar istediğimi hatırlattım kendime, sivilleri, arkadaşlarımı... Zarar görmelerini engellemek, yaralarını sarmak için elimden geleni yapacaktım bu operasyonda, bundan emindim. Iori'ye döndüm harekete geçmeden önce, fakat bir şey demedim. Ne düşündüğünü görmek, ne düşündüğümü görmesi yeterliydi benim için.