Konferans salonundaki coşku, çevremdeki insanların aralarından büyük kısmını ölüme götürecek savaş kararını bu kadar büyük bir sevinçle karşılamaları karşısında beni hayrete düşürmüştü. Ağzımı istemsizce aralamış, etrafımdakilerin heyecanını gözetliyordum. Shinobilerin ağzından dökülen Ishigakure güzellemeleri, suratlarındaki kararlı ifadeler, öbür yandan kustukları nefret boşuna değildi; biliyordum. Ortamı çığlıklarıyla boğan herkes, köyümüzün çektiği zorlukların en kısa sürede son bulmasını istiyordu. Düşeyazdığım dehşeti zihnimden yok edip suratıma kendimden emin bir ifade yerleştirdim. Shinkai Kurumi'nin doğru kararlar vereceğine olan güvenim, güvenimiz, tamdı.
Arkadaşlarımla ettiğimiz kısa sohbet sayesinde öğrendiğim kadarıyla aramızda Ishichou'nun bahsettiği Ogawa Kaoru ve Arita Sanraku kişileriyle karşılaşanlar vardı. Kaoru; Chisa ve Ryu'ya merhamet etmiş, hayatta kalmalarına izin vermişti. Yaşadıkları tecrübe korkunç olmalıydı. Jirou Ryu gibi becerikli bir shinobinin son görevinden döndüğünden beri ağzından çıkan kelimelerin sayısındaki azalmanın ve ne zaman kendisini görsem uzaklara bakarak düşüncelere dalmış olmasının nedenini şimdi anlamıştım. Sanraku ise Kazuo ve Butsuo'ya, oldukça zorlu geçtiğini köydeki hemen herkesin bildiği görevlerinde yardımcı olmuştu. Bahsedilen yardımın ne kadar spesifik olduğunu bilmesem de Butsuo'dan aldığım bakışlar epey ciddi bir süreci işaret ediyordu.
Seido hakkında bana anlatılanlar, olumlu yanlarıyla birlikte karmaşık zihinlerini de betimliyordu. Düşünce yapıları hakkında kimsenin tahminde bile bulunamaması, onlar kadar bizimkilerin de zihnini karıştırmışa benziyordu. Açıklanmamış hedeflerinin ne olduğuna yönelik hiçbir ipucu bırakmayan kelimeler, hem arkadaşlarıma hem de Ginbushi'ye, daha büyük çıkarlarına yönelik bu savaşta yanımızda olduklarını aktarmıştı. Şu anda sahip olduğum bilgiyle çözüme ulaşmaktan çok uzakta olduğumdan zihnimin daha fazla bulanmasına izin vermeden bu konuyu bir kenara bırakacaktım. Önümde odaklanmam gereken bir savaş vardı.
Rütbelerimize göre ayrıldığımız brifing seansında, Yajima Juzo köyün chuuninlerini üçerli gruplara ayırıp bizi görev yerlerimize atıyordu. Her grubu isimlendirdiği sırada adını söylediği shinobileri bakışlarıyla birkaç saniye süzmesi, bana grupların önceden belirlenmediğini anlatmıştı. Üslerin güvenliği, medic-ninlerin muhafızlığı, savaş alanında çarpışılması, düşman ikmal hatlarına yapılacak sabotaj, düşman üslerine sızılması... Herkesin görevi kritikti. Bir grubun başarısızlığını, başka bir grubun başarısıyla tölere edemezdik.
Ekibim, Kotegawa Ooki ve Sugawara Momoru'dan oluşuyordu. Ooki ile önceki görevimizde neredeyse her fikrimiz uyuşmuştu ve bunun neticesinde doğru kararları verip Otake Takeru gibi önemli bir figürü kurtarabilmiştik. Ara sıra saçma bulduğum fikirleri olsa da bu fikirlerini ortaya koyan düşünce yapısını anlayabiliyordum. Yakın geçmişte bıraktığı kadar bana zorbalık etmek ve bulabildiği her açığımla dalga geçmek hobisini hala unutmamış olsam da kendisinden şikayetim yoktu. Momoru'ya gelince; önceki Ishichou Murano Rikyu sayesinde aramızda bulunan oldukça kabiliyetli arkadaşlarımdandı. Senelerdir birlikte aldığımız eğitimler, görevler, nöbetler birbirimize yakın olduğumuzu hissettirse de ağzından çıkan en fazla beş cümle duymuşumdur. Geçmişte yaşadıklarını köydeki herkes bildiği için, insanlar genelde onunla iletişim kurarken acıyan surat ifadelerini takınırlar. Ben ise, geçmişteki benzer tecrübelerim sayesinde Momoru'yla empati kurabiliyordum. Belki de kendisini yakın hissetmemi sağlayan, aynı jenerasyonun shinobisi olmaktansa yaşadıklarımızın getirdiği aramızdaki bu sessiz iletişimdi.
Dövüş potansiyeli açısında baktığımda görevimize en uygun yeteneklere sahip olan Momoru'ydu. Keskin görüşü sayesinde tehlikeyi hepimizden önce fark edebilirdi. Ayrıca uzun menzilli saldırılarının etkisi, Ooki'nin ön safta oyalayacağı düşmanların işini bitirmek için biçilmiş kaftandı. Grubumuzun kaslısı Ooki, iş bitiricisi Momoru'ydu. Ben de bu durumda joker eleman oluyordum. Her yere yetişebilmek için yeterince hızlı sayılırdım. Kafamda çizdiğim kompozisyonu beğenmiştim. Mükemmel olmasa da yeterliydi.
Off Topic
“Tanrı düşmanlarıma acısın ve merhamet göstersin; çünkü ben göstermeyeceğim.„
—George S. Patton
Hazırlıklar tamamlanmış, gece yarısı konferans salonunda bulunan herkes görev yerlerine varmış, savaş fiilen başlatılmıştı. Bilgilendirildiğimiz kadarıyla orduyu yavaşlatacak bir gelişme yaşanmamıştı. Küçük çapta çatışmalarla sınırın ötesindeki ilerleyiş tüm hızıyla devam ediyordu. Bu da demek oluyordu ki Yeni Amegakure, savaş için yeterli tedbiri alamadan gafil yakalanmıştı. Ayrıca aramızdaki bilgi akışını karşı tarafa sızdıracak sıçanlar da yoktu. Her şey çok iyi başlamıştı. Yaşayacağımız beklenmedik komplikasyonların çok büyük olmayacağını umuyordum.
Bize gelince... Ordunun ilerlemesi, ikmal hatlarının uzaması demekti ve ordunun arkasına sarkıp ikmal kamplarına sabotaj yapmakla görevlendirilen düşmanlara karşı destek istenmesi durumunu imkansız hale getiriyordu. Ön saflarda yaşanacak karşılaşmaların uzaması durumunda, yani ilerleyişe rağmen savaşın bitirilmediği her an gerideki hatlar daha büyük tehlike altındaydı. İkmal hatlarının kesilmesiyse durumu savaşın kaybedilmesine kadar götürebilirdi. Her an tetikte olmalıydık.
Kampta ikmal hazırlıkları henüz başlamamışken koruma ekibi olarak genel bir toplantı yapmıştık. Birbirimizin dövüş yetenekleri hakkında edindiğimiz bilgiler doğrultusunda kafamdaki kompozisyonları genişletme fırsatı bulmuştum. Zaten bildiklerimin yanısıra Ooki çok güçlü etkisi olan yakıcı bir teknikten bahsetmişti. İkmal kampına verilebilecek zarardan dolayı bunu çok zorda kalmadıkça kullanmamasını tembih ettim. Kullanılması gerektiğinde ön safı kendisinden devralıp ona yeterli zamanı sağlayabilirdim. Muhtemelen bu ikmal kampı işlevini yitirene kadar işimize yaramayacak ama açık alanda yapacağımız herhangi bir çatışmada mabadımızı kurtarabilecek bir gelişmeydi Ooki'ninki. Momoru ise doton kullanıcısı olduğunu söylemişti. Sahip olduğunu bildiğim yetenekleriyle bağdaştıramamıştım. O da muhtemelen benim gibi minimal seviyede ninjutsu kullanıyordu. Bu yüzden pek üstünde durmadım. Sıra bana geldiğinde öğrendiğim yeni tekmeyle birlikte ekipman antrenmanlarımda edindiğim pozitif etkileri anlattıktan sonra toplantımızı sonlandırdık ve belirlediğimiz nöbet alanlarına yöneldik.
Ülke sınırına girdiğimizden beri yağan yağmur önce sinirlerimi bozmuştu. Bir süre ilerlemeyi devam ettirdikten sonra damlaların çarptıkları yerde yarattığı sesler normalleşmeye başladı. Beynimdeki sürekli ses çıkaran saat durmuş, kulaklarım rahat etmişti. Fakat hala ıslanıyordum, ben ıslandıkça hızımın düştüğünü görüp daha da sinirleniyordum. Öfkemi kontrol altına almam zor olmasa da ruhsal olarak yaşadığım ara geçişler biraz yıpranmama sebep olmuştu. Her sinirlendiğimde birkaç kez nefesimi tutup ona kadar saydıktan sonra ıslanmaya da alışmıştım. Küçük bir detay olarak soğuk kapıp hastalanmamaya dikkat etmem gerekecekti. Onun da üstesinden gelebilirdim. Ama bu sefer de bastığım her yerden "şap-şup" sesleri çıkmasına takmıştım. Her adımımda üzerime sıçrayan çamurun pisliğini dert etmesem de katılaştıktan sonrasını dert etmiştim kendime. Neyse ki kamp alanına vardığımda orada da her yerin çamur olması, bu durumdan kurtulamayacağımı anlamama sebep olmuştu ve ona da zorunda kalarak alışmıştım. Lanet ettiğim şeyleri içselleştirmiş, kendi içimden durumlara çevirmiştim. Her şey yolundaydı.
Kendimle anlaştığım, hava koşulları ve hava koşullarının neden olduğu durumlar yüzünden sinirlenmemin anlamsızlığını anladığım anda gökyüzündeki bulutlar dağılmaya başlamıştı. Sırıttım. Evren gerçekten de ben bakarken soyunamıyordu.