Kan Bağı

Jirou Yukana
Bazen, sokaklarda bana emredildiği için ya da sırf kendim istediğim için geziyorum. Bu zamanlarda sebep değişse bile, neden bu sokakları gezdiğim asla değişmiyor. İshigakure'yi, halkımı bu şekilde koruyacağımı düşünüyorum. Taşkınlık çıkaran bir kaç kişi, oldukça kolay bir hamle ile alt etmenin halkımı huzurlu ve güvende hissettireceğini düşünüyorum. Bazense, bir kaç hamleyle kolayca alt edebilecek kişiler olmadığında onları izliyorum. Özellikle çocukları, onların mutluluklarını, sevinçlerini ve çoğu yetişkin için aptalca sayılabilecek bir oyunun onları nasıl eğlendirdiğini izliyorum. Tıpkı o yetişkinlerin, büyüyüp sorumluluk sahibi olmadan önce, oynadıkları oyunların aynısı. Değişen tek şey yıllar ve yaşamlar, ama maksat aynı. Tarzları farklı olsa bile, insanlar küçükken sadece eğleniyor ve hava karardığında, birileri onlar için eğlenmenin bittiğini söylüyor. Bir kadın, bir çocuğun elinden tutuyor ve ne kadar ağlarsa, ne kadar gitmek istemezse istemesin onu dört duvar arasına götürüyor. Bunu, canından çok sevdiği yavrusunu korumak için yaptığını kadının gözlerinde görebiliyorum. Acaba, hatıralarımın bana ihanet ettiği ve hatırlamakta zorlandığım o yıllarda, bu çocuklar kadar mutlu muydum? Akşamları eve dönmemek için direten ve en sonunda annemin o tatlı gazabı ile karşı karşıya kalan bir çocuk muydum?
Bilmiyorum... Çünkü, insan beyninin sınırları, o kadar geriye ulaşmama izin vermiyor. Annemin, o kocaman gülümsemesini bile artık anımsamakta zorlanıyorum. Onun nasıl biri olduğunu bilmiyorum, neleri sevdiğini ve nelerden nefret ettiğini... Küçükken onun için yaramaz bir çocuk olup olmadığımı... Hiçbir şeyi bilmiyorum. Hatırlayabildiğim tek şey, aralıklı bir kapının ardından, onu babamla birlikte son kez görüyor oluşum. Babam dimdik bir şekilde yürüyor, arkasını bakmamakta ısrarcı, ama annem öyle değil. Bir gözü arkada, sanki ince bir iplikle bu eve bağlanmış gibi... O ipin son bulmasını ve daha fazla bu evden uzaklaşmak istemediğini zihnimde can bulan o hatıralardan fark edebiliyorum, ama ip bitmiyor ve o da geri dönmüyor. Savaşa gidiyor, düşman ülkesinin kapısına dayandığında, halkına ve oğluna zarar vermemesi için. En azından kendimi buna inandırıyorum, çünkü başka hiçbir sebep, bir annenin çocuğunu terk etmesi için makul gözükmüyor bana. Bazen ondan nefret etmeye çalışıyor kalbim, onun yokluğunu ve hâlâ yaşayıp yaşamadığının bilinmezliğinin getirdiği acıyı yok etmek için, ama bunun imkansız olduğunu içten içe biliyorum. Onu bu kadar az tanımama rağmen, onu ne kadar çok sevdiğimi biliyorum. Bu yüzden, ona kızan tüm taraflarım, eğer bir gün onu kanlı canlı karşımda görürsem, güneşin en sıcak haliyle karşılaşmış birer buz parçası gibi eriyip gideceklerdir. Ona kocaman sarılacağım ve çocuklar gibi defalarca kez öpeceğim.
Bilmiyorum... Çünkü, insan beyninin sınırları, o kadar geriye ulaşmama izin vermiyor. Annemin, o kocaman gülümsemesini bile artık anımsamakta zorlanıyorum. Onun nasıl biri olduğunu bilmiyorum, neleri sevdiğini ve nelerden nefret ettiğini... Küçükken onun için yaramaz bir çocuk olup olmadığımı... Hiçbir şeyi bilmiyorum. Hatırlayabildiğim tek şey, aralıklı bir kapının ardından, onu babamla birlikte son kez görüyor oluşum. Babam dimdik bir şekilde yürüyor, arkasını bakmamakta ısrarcı, ama annem öyle değil. Bir gözü arkada, sanki ince bir iplikle bu eve bağlanmış gibi... O ipin son bulmasını ve daha fazla bu evden uzaklaşmak istemediğini zihnimde can bulan o hatıralardan fark edebiliyorum, ama ip bitmiyor ve o da geri dönmüyor. Savaşa gidiyor, düşman ülkesinin kapısına dayandığında, halkına ve oğluna zarar vermemesi için. En azından kendimi buna inandırıyorum, çünkü başka hiçbir sebep, bir annenin çocuğunu terk etmesi için makul gözükmüyor bana. Bazen ondan nefret etmeye çalışıyor kalbim, onun yokluğunu ve hâlâ yaşayıp yaşamadığının bilinmezliğinin getirdiği acıyı yok etmek için, ama bunun imkansız olduğunu içten içe biliyorum. Onu bu kadar az tanımama rağmen, onu ne kadar çok sevdiğimi biliyorum. Bu yüzden, ona kızan tüm taraflarım, eğer bir gün onu kanlı canlı karşımda görürsem, güneşin en sıcak haliyle karşılaşmış birer buz parçası gibi eriyip gideceklerdir. Ona kocaman sarılacağım ve çocuklar gibi defalarca kez öpeceğim.

Jirou Den
Derler ki, kalbinde bir kadına karşı sevgi olan her erkek, bir baba adayıdır. İnsanlar, hayvanlar gibi doğal bir içgüdü sahibi olmazlar bu konu hakkında. Tanrı vergisi bir babalık dürtüleri yoktur. Onlara verilen iki seçenek vardır. Tıpkı anne rahminden yeni doğmuş çocukları gibi, görerek ve günler geçirerek gelişirler. Bir baba olmanın kavramını, kendi deneyimleri ve gördükleri üzerine kurar. Bazıları çocukluğunda, kendi babasından edindiği deneyimlerini çocuklarına aktarır. Kendi babasının bir gölgesi olur ve belki de tıpkı kendisinin tıpkısı bir çocuk yetiştirir farkında olmadan. Kimisi bunla gurur duyar kimisi ise bir canavar yaratmanın getirdiği utançla kalan ömrünü geçirir. Benim babam hangisiydi? Benimle beraber geçirdiği o kısacık süreçte, nasıl bir babaydı? Kendi babasının bir taklidi miydi? Onun yetiştirildiği gibi, beni mi yetiştirecekti? Ya da her şeyi benimle birlikte öğrenip, sıfırdan yeni bir baba mı olacaktı? Bunu açıkçası bilmiyorum ve eğer bir yerlerde hâlâ yaşıyorsa onunda bilmediğine eminim.
Bazen onun o kapıdan giderken ki halini anımsıyorum. Dik bir yürüyüş, kendinden emin adımlar ve geride bıraktıklarını önemsemiyormuş gibi gözüken bir adamın sırtı. Acaba beni seviyor muydu? Onun için eve geldiğinde, ona huzur veren bir çocuk muydum? Eğer, bu sorulara kendimce, o adamın sırtına bakarak cevaplarsam cevaplarım kesinlikle olumsuz olurdu, ama sırtı dönük bir adamı, nasıl yargılayabilirdim ki? Sırtının bana anlattıkları, yüzünde de can buluyor muydu o an? Hiç göremedim. Bir kere bile, arkasına dönüp bakmadı. Hep ilerledi ve gözlerim onları göremeyecek kadar aciz kılındığında, rüzgarın havada uçurduğu toz bulutları gibi yok olup gittiler.
Eğer bir gün onu kanlı canlı görürsem, ona sarılmadan ya da öpmeden önce, yüzüne bakmak istiyorum. Sırtı dönük o adamın, yüzünde neyi gizlediğini görmek istiyorum.
Bazen onun o kapıdan giderken ki halini anımsıyorum. Dik bir yürüyüş, kendinden emin adımlar ve geride bıraktıklarını önemsemiyormuş gibi gözüken bir adamın sırtı. Acaba beni seviyor muydu? Onun için eve geldiğinde, ona huzur veren bir çocuk muydum? Eğer, bu sorulara kendimce, o adamın sırtına bakarak cevaplarsam cevaplarım kesinlikle olumsuz olurdu, ama sırtı dönük bir adamı, nasıl yargılayabilirdim ki? Sırtının bana anlattıkları, yüzünde de can buluyor muydu o an? Hiç göremedim. Bir kere bile, arkasına dönüp bakmadı. Hep ilerledi ve gözlerim onları göremeyecek kadar aciz kılındığında, rüzgarın havada uçurduğu toz bulutları gibi yok olup gittiler.
Eğer bir gün onu kanlı canlı görürsem, ona sarılmadan ya da öpmeden önce, yüzüne bakmak istiyorum. Sırtı dönük o adamın, yüzünde neyi gizlediğini görmek istiyorum.

Jirou Hideyuki
İnsalar kimisine göre bir kader için doğar ve o kader için ölür. Kimisinin kaderi şan, şöhret ve güçle doludur... Tüm bunlarla birlikte ölür ve kemikleri binlerce yıl sonra toz halinde rüzgarda uçuşup toprağa karışsa bile isimleri dünyaya çivi çakmış bir şekilde, sonsuzluğa kadar yankılanır. Kimisinin daha basit bir kaderi olur, isimleri bir kaç aile boyu tarafından hatırlanır, ama en sonunda yok olunup gider, tıpkı bedenleri gibi. Bu, kutsal ve ulaşılamaz bir güç tarafından, insanlar için belirlediği şey olarak düşünülür. İnsanlar hep oluşturulan çizgiyi takip eder ve o yolda sapaklar olmaz. Dedeme baktığımda, ben buna inanmaya başladım. İnsanların bir kaderi olduğunu ama bunun tamamıyla kendi elleriyle oluşturduğunu gördüm. O yolda sapaklar olduğunu ve bir şey için doğmana rağmen, o şey olarak ölmeyeceğini. Dedem şüphesiz shinobi olmak için doğmuş, güçlü bir ruhtu. Yıllarını bu köy için adamış, onlarca savaş görmüş ve onlarca savaştan bileğinin hakkı ile savaşarak çıkmış güçlü bir adam olarak nam salmış bir shinobi.
Herkes gibi, kendisinin de o zamanlarda onurlu bir shinobi olarak ölüp, ismini İshigakure tarihine kazıyacak yaman bir genç olarak gördüğünü biliyorum. Onu bu kadar tanıyacak kadar onla yaşadım... Ama, onun kaderi böyle gerçekleşmedi. O bir kadını sevdi ve o kadınla bir hayat kurdu. Artık savaşlara gözünü karartarak giden yaman bir genç değildi. Arkasında kalbinin bir parçasını bırakıyordu. Savaşta, birilerini biçip geçerken, aklı bir sonraki düşmanı nasıl keseceği ile dolu olmuyordu sadece, bir parçası, üstüne akın akın gelen düşmanlarla çarpışırken, hâlâ evinde bir başına bıraktığı kadınında oluyordu. Bir çok kez daha göreve gitti, bir çok kez daha elini kana buladı. Bir tane erkek çocuğu oldu. Sorumlulukları arttı ama o köyü için savaşmaya devam etti. Onu güçlü kılan tek şeyden destek aldı. Hangi göreve çıkarsa çıksın, eğer bir gün onun canını alacak kadar kudretli bir savaşçı ile yüzleşmezse, eve döndüğünde onu bekleyen bir ailesi olacaktı. O, bundan güç alarak köyüne karşı sorumluluğunu sürdürdü. Hep tehlikede kendini gördü, asla geride bıraktıklarının bir tehlike karşısında kalacağını düşünmedi. Nasıl düşünebilirdi ki? Kim, İshigakure sınırları içerisinde onun adını taşıyan bu eve el kaldırmaya çalışabilirdi?
Adı büyüktü... Ama, gecenin karanlığında, gözünü bir ev kestirmiş bir hırsızın, o an fark edebileceği kadar büyük değildi. İsmi, gecenin karanlığında, diğer evlerden pekte farkı olmayan bir evde ışıl ışıl parıldamıyordu. Hırsız o gece evi soymuştu ve bunu yaparken onu fark eden kadını öldürmüştü.
Jirou Hideyuki, bir görevi daha bitirip evine geldiğinde bu haberi almıştı. Karısının cenazesinin çoktan kaldırıldığını ve içinde bulunduğu görevin kritik olmasından ötürü ona haberi ulaştırmadıkları söylenmişti. Karısının cenazesini bile kaçıran adam, ilk defa o gün eline bulanmış yüzlerce insanın kanını hissetmişti. O gün, shinobiliği büyük bir nefretle bırakmış ve ona öğretilen tüm öğretileri aklından silmişti.
İsmi, daha o ölmeden önce unutulup gitmişti. Sadece tozlu zihinlerin raflarında tozlu bir kitaptı. Kendi oğlunu ve babam savaşta yitip gittikten sonra beni asla bir shinobi olarak görmek istemedi. Babam onun ilk hezimetiydi, ama bu onu ayakta tutabilmişti ama benim ona vurduğum darbe onu yıkmıştı. O günden sonra benle asla görüşmedi ve onunla görüşmek istediğim her anlarda beni büyük bir şiddetle uzaklaştırdı. O öğretilerini unutmuş olsa bile, bedeni ve refleksleri hâlâ o öğretilere sadık olduğundan, onun güvenliğini asla gizlice sağlayamadım. Hep beni fark etti ve onu uzaktan bile sevmeme izin vermedi. Ama asla pes etmedim, onu sevmekten, hayatta olan ve kendisi onu görmeme izin vermese bile canlı kanlı olduğunu bildiğim tek aile ferdimi sevmekten asla vazgeçmedim.
Herkes gibi, kendisinin de o zamanlarda onurlu bir shinobi olarak ölüp, ismini İshigakure tarihine kazıyacak yaman bir genç olarak gördüğünü biliyorum. Onu bu kadar tanıyacak kadar onla yaşadım... Ama, onun kaderi böyle gerçekleşmedi. O bir kadını sevdi ve o kadınla bir hayat kurdu. Artık savaşlara gözünü karartarak giden yaman bir genç değildi. Arkasında kalbinin bir parçasını bırakıyordu. Savaşta, birilerini biçip geçerken, aklı bir sonraki düşmanı nasıl keseceği ile dolu olmuyordu sadece, bir parçası, üstüne akın akın gelen düşmanlarla çarpışırken, hâlâ evinde bir başına bıraktığı kadınında oluyordu. Bir çok kez daha göreve gitti, bir çok kez daha elini kana buladı. Bir tane erkek çocuğu oldu. Sorumlulukları arttı ama o köyü için savaşmaya devam etti. Onu güçlü kılan tek şeyden destek aldı. Hangi göreve çıkarsa çıksın, eğer bir gün onun canını alacak kadar kudretli bir savaşçı ile yüzleşmezse, eve döndüğünde onu bekleyen bir ailesi olacaktı. O, bundan güç alarak köyüne karşı sorumluluğunu sürdürdü. Hep tehlikede kendini gördü, asla geride bıraktıklarının bir tehlike karşısında kalacağını düşünmedi. Nasıl düşünebilirdi ki? Kim, İshigakure sınırları içerisinde onun adını taşıyan bu eve el kaldırmaya çalışabilirdi?
Adı büyüktü... Ama, gecenin karanlığında, gözünü bir ev kestirmiş bir hırsızın, o an fark edebileceği kadar büyük değildi. İsmi, gecenin karanlığında, diğer evlerden pekte farkı olmayan bir evde ışıl ışıl parıldamıyordu. Hırsız o gece evi soymuştu ve bunu yaparken onu fark eden kadını öldürmüştü.
Jirou Hideyuki, bir görevi daha bitirip evine geldiğinde bu haberi almıştı. Karısının cenazesinin çoktan kaldırıldığını ve içinde bulunduğu görevin kritik olmasından ötürü ona haberi ulaştırmadıkları söylenmişti. Karısının cenazesini bile kaçıran adam, ilk defa o gün eline bulanmış yüzlerce insanın kanını hissetmişti. O gün, shinobiliği büyük bir nefretle bırakmış ve ona öğretilen tüm öğretileri aklından silmişti.
İsmi, daha o ölmeden önce unutulup gitmişti. Sadece tozlu zihinlerin raflarında tozlu bir kitaptı. Kendi oğlunu ve babam savaşta yitip gittikten sonra beni asla bir shinobi olarak görmek istemedi. Babam onun ilk hezimetiydi, ama bu onu ayakta tutabilmişti ama benim ona vurduğum darbe onu yıkmıştı. O günden sonra benle asla görüşmedi ve onunla görüşmek istediğim her anlarda beni büyük bir şiddetle uzaklaştırdı. O öğretilerini unutmuş olsa bile, bedeni ve refleksleri hâlâ o öğretilere sadık olduğundan, onun güvenliğini asla gizlice sağlayamadım. Hep beni fark etti ve onu uzaktan bile sevmeme izin vermedi. Ama asla pes etmedim, onu sevmekten, hayatta olan ve kendisi onu görmeme izin vermese bile canlı kanlı olduğunu bildiğim tek aile ferdimi sevmekten asla vazgeçmedim.