Tutsaklığa Açılan Gözler - Unutmayın; onun tek sahip olduğu şey, minik kalbiydi.
Ailesi tarafından karanlığın kalbine, kaosun kapısına yollanmış minik bir beden vardı. Ona Ringo diyorlardı. Tek bildiği bundan ibaret idi. Çikolatasından ısırıp, ufuğa uzanan uçsuz bucaksız sokaklarda koşturan minik çocuklar gibi değildi o. Dünya, acı ve acının tüm gerçekliğiyle doluydu onun için. Karanlık bir hücreden çıkıp, güneşi ve bulutları tanımak; onun mucizesi olmuştu.
Ailesi tarafından karanlığın kalbine, kaosun kapısına yollanmış minik bir beden vardı. Ona Ringo diyorlardı. Tek bildiği bundan ibaret idi. Çikolatasından ısırıp, ufuğa uzanan uçsuz bucaksız sokaklarda koşturan minik çocuklar gibi değildi o. Dünya, acı ve acının tüm gerçekliğiyle doluydu onun için. Karanlık bir hücreden çıkıp, güneşi ve bulutları tanımak; onun mucizesi olmuştu.

Okawa Ringo wrote:Geçmişi ne kadar geride bırakabilirsin? Unuttum. Bitti. Bu kelimeleri kurarken ne kadar inanır ki insan? Kendime bu cümleleri kurarken koskoca bi 'nah' çekmemin tek nedeniydi o anılar. Esaret günlerimle hiç barışık değilim. O günleri hayatımdan sildiğimde ise, şu an ki hayatımın hiç bir anlamı kalmıyor. Beni ben yapan, o karanlık dolu günler işte.
Annem ve babam, kendileri gölgelerinden başka bir şeyini görmediğim hayaletler olarak hayatımdalardı. Beni attıkları o hücrenin kapısına ara sıra gelir, ağlamamı ve onlara yakarmamı dinleyip giderlerdi. Saçma sapan ilahiler, dersler ve adını bilmediğim insanlardan gelen garip şarkılar. Hedefi ve amacını şu an dahi bilmediğim garip bir tarikata mensuptu ailem. Benden başka çocuklar da vardı. Hücreden çıktığım nadir günlerde, onları görebiliyordum. Konuşmamız yasaktı. Vücutlarının farklı yerlerinde, tıpkı benim gözümdekine benzer dövmeler görüyordum. İlginç, onlardan biri hariç diğerlerine hiç rastlamadım.
Yılların ilerleyişi, içimdeki umutları bir bir yıkıp geçiyordu. Zelzele gibi başıma yıkılmasını istediğim duvarlar, sapasağlam duruyordu. Onları tekmelerken kendimi çok sakatladım. Artık daha büyüktüm. Hırçındım ve sinirliydim. Aileme yakarmıyor, onları yok sayıyor ve onların ölmesini diliyordum. Ölüm düşüncesi beni sarıp sarmaladığında ise yine küçüktüm. Benim yaşımdaki çocuklar ölmeyi bayılmak gibi sanarken ben, gerçekliğinin ne kadar yakın olduğunu biliyordum. Kendimi öldürmeyi diledim. Dilemekle kalmadım, denedim. Başarısız oldum. Bir an için umutlarımı başka yöne çevirdim. Bakımımdan sorumlu bir rahibeyi öldürmeye çalıştım ve neredeyse başarıyordum. Ama nafileydi. Küçük bir çocuktum ve böcekten farkı yoktu minik ellerimden çıkan yumruklarımın. Yaşamayı bıraktığım zamanlardı. Düşünmüyor, ağlamıyor ve her dediklerini yapıyordum. Çıkacağım günü bekler olmuştum. İşkenceler, işkence gibi değildi artık.
Bir lütuf gibi üzerime doğan güneş, hep aradığım o ağaçlarla dolu orman... Hepsinin tek bir anlamıymış meğer Ishigakure. Shinobi ekibi tarikat sığınağını bastığında, beni kurtaran Chiriku-san'a sarıldığım an hala aklımda. Gözlerimi açtığım Ishigakure hastanesi ise en garip anılarımdan sadece biri. Hayatımın yeniden başladığı o gün, hayatta bir amaç ve amacımı bana veren o yuvayı bulduğum o gün; sanırım en değerli günüm. Bana bir hediye gibi verilen bu hayat, en büyük şansım. Bu hayatı değerlendirmek için bir yol seçtim bende. Shinobi olacak, vatanımı ve en önemlisi o sıcak yuvamı tüm gücümle koruyacaktım.
Fakat insanın garip doğası gereği sahip olduğu negatif her düşünce gibi belirdi aklımda intikam. Hesap sormak ve çektiğim acılara ithafen alacağım bir cevap için yollara düşeceğim bir günün geleceği belliydi.
Geçmişe Borçlu - İntikam, dikenlerini batırmaktan çekinmeyen sorulardan ibaretti oysa.
Ringo yeni amacı ve ona amacını armağan eden yuvasında mutluydu aslında. Fakat kendine soru sorup, cevapsız kaldığı her an; ıstırap dolu çöllerin ortasında buluyordu kendini. Büyümüştü ve nefret edebilecek yaşa gelmişti. Cevapsız kalan her sorunun peşine düştü. Sonu ise tahmin edilemeyecek seviyede buruktu. Ardında bıraktı, bırakmalıydı. Hiç öğrenemeyeceği bir gerçek, hayatını mahvetmeden kurtulduğuna sevinmeliydi. Hayat, bu şansı tanıyordu tekrardan ona.

Ringo yeni amacı ve ona amacını armağan eden yuvasında mutluydu aslında. Fakat kendine soru sorup, cevapsız kaldığı her an; ıstırap dolu çöllerin ortasında buluyordu kendini. Büyümüştü ve nefret edebilecek yaşa gelmişti. Cevapsız kalan her sorunun peşine düştü. Sonu ise tahmin edilemeyecek seviyede buruktu. Ardında bıraktı, bırakmalıydı. Hiç öğrenemeyeceği bir gerçek, hayatını mahvetmeden kurtulduğuna sevinmeliydi. Hayat, bu şansı tanıyordu tekrardan ona.


Okawa Ringo wrote:Kosuke başına geleceklerden bihaber, zavallı bir şekilde önümde duruyordu. Kılıcı, elinde titrek; ateşi zayıflamış bir meşale gibiydi. Ben ise hınçla doluydum. Ishigakure tarafından yollanmıştım bu göreve. Yaptıklarının cezasını çekmeliydi. Bana verilen emirleri uyguladım. Sadece, merakıma engel olamamıştım aslında. Sorgulamak, işim değildi. Ama yaptım. Biliyordum ki, Kashikoi'ler ile bir alakası vardı. Juzo-san, ağzından bir kaç şey kaçırmıştı. Kosuke, nasıl olsa ölecek. Bana söylemeden ölmesi çok büyük günah olmalı. Vakti ertelemeden ona saldırdım. Benimle eşit güçteydi. Ama yorgun ve yaralıydı. Onu bir kaç kunai darbesinde halletmiştim. Patlayıcılardan oluşturduğum tuzak ise, onun sonunu getirmişti. Kopmuş iki uzvu, havada külleriyle uçuşurken tepesine bindim. Kosuke gözlerime baktı. Hayır, sağ gözüme... Beni tanıdığını anladığım o an; onu öldürmek istedim. Her şeyi sorgulamayı bırakıp, alacağım cevabı orada bırakıp gitmek istedim. Ama hayır... O çoktan konuşmuştu!
Kosuke, intihar ediyordu. Patlayıcı tuzağıma bilerek yakalanmıştı. Gözlerime baktığı an, o burukluğa şahit olmuştum. Yaşadığı pişmanlık; bana nüfuz edemiyordu. Hınçla doluydum. Ama o, son kez de olsa bana bir ipucu verebilmişti. Hoshi... Senin için geliyordum şimdi de.
Hoshi yaşlı bir kadından fazlası değildi. Örgütün elinde oyuncak olmuş, bir bedenin daha vasisiydi sadece. Aptaldı ve bilge taklidi yapıyordu. Onu bulmak için biraz uğraştım. Bulduğumda ise, bir kaç tehditten sonra istediğimi almam zor olmadı. Kosuke'nin ölüm haberini ona verdikten sonra ulaşmam gereken yeri bana ötmüştü. İğrenç ve hasta beyinlerinin ardında yatanlar, hiç ilgimi çekmiyordu. Yıllardır aradığım şeyin ucunu yakalamıştım artık. Hoshi, üstadlardan birinin bir dojosu olduğunu söyledi. Ben de yolumu oraya çevirdim. Görevimden sonra bir süre izinliydim. Köyüme aklımdaki sorulara cevap alarak dönmek istiyordum. Nedenleri kovalayacak, hesap soracaktım.
Dojo yakınlarına geldiğimde bir shinobiyi ondan daha hızlı davranarak öldürdüm. Diğeri ise, biraz daha dayanmıştı. Onu da hallediyordum, Aslan Yelesi isimli biri geldi. Dojo sahibi olduğunu o an anladım. Yanında başkaları da vardı. Aslan Yelesi nispeten daha yaşlı ve farklı bir auraya sahipti. Umrumda değildi. Üstteydi, belki de en tepede. Onu sağ bırakamazdım. Yaralarımı saracak, cevaplarımı alacaktım. Bunu yapamazsam, yaşamamın bir anlamı kalmayacaktı. Çünkü, vatanımın kendi yaralarını saramayan bir shinobiye ihtiyacı yoktu.
Aslan Yelesi babamdan bahsetti. Umurumda olmadı... Çoktan aşmıştım, gömmüştüm en derinlere. Yapılabilecek tek şeyi yaptım. Elimde olan her şeyle saldırdım ona. Çok uzun bir kapışma olmamıştı belki ama, bir şekilde üstün gelmişti. Gücünün ne olduğunu anlayamadan yere mıhlamıştı beni. Bedenim kalkmayı reddediyor, onun her istediği gerçekleşiyordu. Aldığım yaralar, dayanılmaz haldeydi. Akciğerimin iflası, en son farkettiğim şeydi. Öleceğimi anladığım an geldi. Ardıma bile bakmadım. Hiç kimseyi düşünmedim. Bencil herifin teki gibi ölüyordum ama, gururum beni yalnız bırakmıyordu. Pes etmeyi reddetmiş, son bir kez daha saldırmıştım. Bu sefer vücudumdaki tüm kemiklerin kırılışına şahit oldum. Sesler, kulağımı yalnız bırakmıyordu. Ölüm, yanıbaşımdaydı. Onu ise son görüşüm oldu. Gitmişti. Yenilmiş, bu sayfaya bir virgül kondurmuştum. Evet, nokta değil; virgül. Çünkü günün birinde cevabımı alabileceğimi biliyordum.
Chiriku-senpai ve ekibi beni bulmuşlar. Hastanede tekrar gözlerimi açışım, bana bir şeyleri tekrar hatırlattı. Ben artık yalnız değildim. Beni sevenlere karşı sorumluluklarım vardı. Bunları unutmamalıydım.