Resme düşkünlüğüm olmamıştı hiçbir zaman. Bir sanat türü olarak sonsuz saygı besliyor olsam da yeteneksizliğim ilgisizliğe dönüşmüştü hızla. Gördüğüm bir tabloya saatlerce bakamazdım, zira baksam da gördüklerimin ardında bir şey keşfedemeyeceğimi bilirdim. Yine de ilgisizliğim, saygı duymadığım anlamına gelmezdi. Sanatın her türüne duyulması gerektiği gibi, resme de saygı duymadan edemezdim. Ne var ki, geçtiğim yollar bana çocukluk döneminde, anneme büyük heyecanla gösterdiğim resimleri hatırlatıyordu. Babama yaranmak dışında bana kalan zamanda, annemin aldığı yarı kullanılmış boya kalemleriyle yaptığım resimlerdeki nehri görebiliyordum solumda. Pırıl pırıl maviliği ve ruha dinginlik veren sesiyle, çocukluk resimlerimden fırlayıp gerçeğe bürünmüş gibiydi. Şu anda, Amano Kagami -kimilerine göre Kimura Kagami- olmak dışında bir seçeneğim olsaydı, böylesine bir manzaraya karşı oturup düşünmek, ruhumu arındırmak isterdim. Kafamın içinde dolanan sorulara cevap bulmak yerine, sağlıklı bir birey gibi geleceği dair hayaller kurabilirdim. Belki yine köyüne sadık olmazdı hayalimdeki Kagami, ancak en azından sadakat duyabileceği bir fikre sahip olabilirdi. Bu yüzden de bir arayışın peşinde koşmaktansa, var olanıyla yetinip başka başka gecelerin sabahına uyanmak zorunda kalmazdı. Pembe panjurlu ev hayal edecek kadar naif veya temiz değildi -neticede bir shinobiydi- ama en azından başkalarının pembe panjurlu evlerini görebilir, onların evlerinde rahat bir yaşam sürmelerini sağlayabilirdi. Bu hayalin hayalin kurmak bile yüzümde bir tebessüm yayılmasına engel olamıyordu. Yeni bir bilinmezliğe yelken açtığım anlarda, bir tebessüm ihtiyacımdan fazlasıydı belki de.
Solumdaki çocukluk anılarım, sağımdaki çocukluk hayalimle bir bütün haline gelmişti yürüdüğüm topraklarda. Ishigakureli bir çocuk olarak, köyümüzde ağaçlar var olsa da, taşa, toprağa ve bu nedenle kahverengiyle bürünmüştü çocukluğumuz. Sonsuz yeşillik kavramı bilinmezlikten öte bir şey değildi benim için, tıpkı zaman gibi. Akademi yıllarında tanıştığım dünya haritasına dair hatırlayabildiğim ilk anım bile, Ateş Ülkesi’nde hakim olan yeşil tonlarının gerçek olup olmadığı sorusuydu. Bu yeşil, gerçekten o kadar uzak ve o kadar ulaşılamazdı ki, bir basım hatasının olabileceğini bile düşünmüştüm. Elbette bu düşüncemi dillendirdiğimde, birçok yergi içeren kahkaha ile karşılaşmıştım ancak yine de sonsuz yeşilliğin içinde var olma hayalimden vazgeçmemiştim. Köyümden ayrılıp Yağmur Ülkesi topraklarına vardığımda, yeşillik bir nebze artmış olsa da, bu yörenin havasının çizdiği grilik, yeşilin de katili gibiydi. Dolayısıyla, o sonsuz yeşilin varlığını hiçbir zaman tadamamış, belki de tadamayacağımı düşünmüştüm. Oysa Izena’ya vardığımda, daha önce de aklımda geçirdiğim gibi, tüm bu anılarımın ve hayallerimin bir bütününü bulmuş gibi hissetmiştim kendimi. Belki de sırf bu yüzden, Izena halkı ne düşünürse düşünsün, Izena’ya bağlanmış ve burada edindiğim “eve” bir anlam yüklemeye çalışıyordum. Yeşilin bu haliyle devam edişi, misyonuma da bağlılığımı arttırıyordu kuşkusuz.
Ayaklarımın altından akıp giden yeşilliğin verdiği coşku ve yanımda çağlayan nehrin yarattığı özlem, yüzüme vuran rüzgarın esintisiyle şahane bir kombinasyon yaratıyordu bu naciz zihnimde. Hızlıydım, ancak daha da hızlı olmak istiyordum bu anı sonsuzluğa katmak için. Bir yanda ise, daha yavaş olmak istiyordum, sırf bu an hiç bitmesin diye. Bu iki duygu arasında sıkışıp kalmak bile, yaşamın getirdiklerini anlatıyordu aslında. Hep bir çaba içindeydik, hep bir başka şeyi arzularken bile. İnsanoğlunun en basite indirgenmiş örneği, en çaresiz bireyi gibiydim. Bir tutam yaşadığım mutluluğun altında bile büyük bir sorgu yatıyordu ve bu tüm o yüzüme yerleşen tebessümü yavaşça silmeye yetiyordu. Bir anıda yaşamanın ve bir hayali kurmanın bile mümkün olmadığı bir düzlemde, bir hayal inşa etmeye çalışıyordum. Adını ne koyarsam koyayım, belki de hiçbir zaman doğru cevabı bulamayacağım ve hakikate ulaşamayacağım bir hayale savruluyordum. İşin en acıklı kısmı ise, bunu bile isteye yapıyordum.
Düşüncelerimin olumsuzluğa dönüşmesi gibi, yeşilliğin de yerini yavaş yavaş toprağın sarısına terk etmesiyle, ağaçlar üzerinde yaptığım ilerlemenin sonu geliyordu. Uzun bir süredir ilerliyor olsam da, henüz daha varış noktasına ulaşmamıştım ve günü de kaybetmek niyetinde değildim. Bu nedenle ağaçların üzerinden bir insanın var olması gereken yere, yani yere inerek, ilerleyişimi bir shinobiye yaraşır postürde sürdürmeye devam ettim. Yeşillik beni etmiş olsa da, nehrin varlığı hala azmimi koymama yetiyor gibiydi. Hiç yoktan yanımda mavinin olması, hiçbir şeyin olmamasından daha iyiydi. Çevredeki ufak tefek ağaçlar, ardımda bıraktığım yeşilliğin yanında adının edilmeyeceğini muhtemelen biliyordu. Bu nedenle birkaç ağaca yönelecek güzellemeleri kendime saklayarak turunculuğa kendimi emanet ediyordum. Çocukluğumdan tamamen sıyrılıp yine olmak istemediğim, ancak var olmak zorunda olduğum zamana dönüş yapıyordum.
Nehrin ikiye ayrıldığı noktaya vardığımda, sanki kötü bir şakanın mağduru konumuna geliyordum. Nehrin bir yanı ufuktaki sonsuz yeşilliğe -hayallerime ve anılarıma-, diğer yanı ise gerçekliğe ilerliyordu. Bir seçme şansım olsaydı, kuşkusuz sonsuz yeşilliğe adardım kendimi. Orada kaybolmak, hiç çıkmamak ve bulunmamak için her şeyimi verebilirdim. Ancak gerçeklik o kadar sert bir rakipti ki, insanı tüm uzuvların çekmekle kalmıyor, zihninin her bir noktasını hunharca işgal ediyordu. Yenilmesi imkansız bir rakip gibi, her açıktan vuruyor, savunmaya imkan bile tanımıyordu. Bu haliyle birkaç saniyeden uzun dayanılamayacak gerçekliğe ayak uydurmak zorunda kalıp, onun getirdiği melun kader ile yüzleşmeye hazırlıyordum kendimi.
Nehrin takip edeceğim kısmında karşıma ilk çıkan şey ise, basit ve sağlam bir köprüden ibaretti. Sanki gerçeklik, yapılabilecek en kötü metaforu yapıp beni bir köprünün üstünden geçmeye mecbur kılıyordu. Köprü, her tür düşünce yapısı içinde kullanılabilecek sağlam bir imgeydi nihayetinde. Her birine hakim olmasam da, birçok kültürde yapılan açıklamalarda, deyişlerde, sözlerde köprü anlam buluyordu bir şekilde. Şimdi ise, yine bir köprü ile açıklıyordu gerçeklik kendisini. Köprünün sağlam yapısı, gerçekliğin ne denli güçlü olduğunu; kenarlarında bir koruma bulunmaması gerçeklikten kopulduğunda nasıl yok olunacağını; basitçe dizilen tahtalarsa aslında gerçekliğin o kadar da karmaşık olmadığını anlatıyordu. Elbette bunlar sadece benim açımdan görünenlerden ibarettir. Bir başka gerçeklik ise, köprünün yeni yapıldığı, en azından yakın bir zamanda güzel bir tadilattan geçirildiği yönündeydi. Bu haliyle de, Yağmur Ülkesi’nin kaderine terk edilmiş bu topraklarında, en azından kendi kullanımlarında olan yapıları yapabilecek veya tadilattan geçirebilecek ustalar olduğu çıkarımını yapmakta bir sıkıntı görmüyordum. Her ne kadar kalifiye olarak farklı kulvarda olsalar da, burada yaşayan insanların değirmene müdahale edip edemeyeceği hususunda da bir araştırma yapmanın faydalı olacağı düşüncesini aklıma kazıyarak köprüden geçmek için ilerlemeye koyulmuştum.
İnsan elinin değdiği sadece köprü değildi bu topraklarda. Nehirde açılan bir dar bir kol ile suyun başka bir yöne ilerletilmesi sağlanmıştı ve takip edeceğim mavilik, bu kez bu dar koldan ibarettir. Nehirle olan sevdamızı bir kenara ve başka bahara bırakarak kolu takip etmeye başladığımda ise, bu kolun varacağım yere ulaştığını görebiliyordum. Bacası tüten bir yapının selamıyla birlikte, ayaklarıma serilen dar su yolunu takip ederek yağ meselesinin çözüleceğini umduğum topraklara varmak üzereydim. Ne var ki, bu yerleşkeden kulağıma ilişen bağırtı sesleri, adımlarımın istemsizce durmasına neden olmuştu. Bu topraklardaki herhangi bir yere olduğu kadar, bu yerleşkeye de yabancı biriydim ve elimden sadece iki isim vardı. Biri beni buraya getiren isim, diğeri ise burada bulmayı umduğum kişiydi. Bu haliyle basitçe yerleşkeye girip isimleri vermeli miydim yoksa başka bir yol mu bulmalıydım, buna karar vermem gerekiyordu. Buradaki kişilerin konumlarına bakıldığı zaman, zorlu bir yola sürükleneceğimi düşünmüyordum. Nitekim Maguro-san daha önce buradakilerle bir şekilde iletişime geçmiş, en azından kendisinden haberdar etmiş olmalıydı. Benim de Maguro-san’ın ismiyle geldiğim bilgisi karşısında insanların çok zorluk çıkaracağını düşünmüyordum. Bununla birlikte, bir shinobi ve kaçak olmak her türlü koşulda hazır olmak gerektiği anlamına da geliyordu. Bu yüzden mümkün olduğunca dikkatle yaklaşacak, ancak tıpkı köprü gibi basit ve sağlam görünecektim.
Adımlarımı yerleşkeye doğru yönelttiğimde, ilk olarak görebildiğim kadarıyla yapıların durumlarını kontrol edecektim. Elbette bunu işinde uzman bir eksper gibi değil, sadece bir shinobinin gözlem yeteneği kapsamında yapacaktım. Buradaki insanların el marifetlerinin ne derece olduğunu, yapıların durumuna bakarak da kestirmeye çalışacaktım. Bununla birlikte konuşma olayına gelince, muhtemelen tarlalarda çalışan insanlarla karşı karşıya gelecektim ve bu bağlamda, gördüğüm en aklı başında kişiyle iletişime geçecektim. Aklı başında olmanın bir sürü kriteri olduğunun farkındaydım, bu nedenle aradığım kişinin ortam içindeki en düzgün ve diğerlerine nispeten daha yetkili biri olmasını planlıyordum. Bu tür biriyle karşılaşmamam halinde ise, hedefin nispeten yaşıtım bir kişiyle iletişime geçmekti. Böylesine birilerini bulmam dahilinde ise, önce kendimi tanıtacak ve daha sonra Maguro-san tarafından buraya gönderildiğimi ve Takamaru isimli kişiyi aradığımı dile getirecektim. Tıpkı köprü gibi, basit ve sağlam olmaya her daim dikkat ederek…